Lise
bitirme sınavlarına giriyorduk, Bitlis Lisesi’nin Spor Salonunda. Sıra resim dersi sınavına gelmişti.
Öğrenciler, öğretmenler, gözlemciler yerlerini aldılar Sınav başladı, konu
belirlendi, başla talimatı verildi.
Konu, “Bir Reklam Afişi” yapmak olarak belirlenmişti. Sessizliğin hakim
olduğu salon adeta buz kesmişti. Resme ilgisi olmayan çoğunluk şaşkınlık
içindeydi. Herkes birbirinin yüzüne bakmaktan gözlerini alamıyordu.
Ben de ilk şaşkınlığı atlattıktan
sonra yavaş yavaş ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Gözlemci öğretmenler
sıraların aralarında dolaşarak kimin ne yaptığını izlemeye başlamışlardı. Kimsenin
kalem oynatmadığını görünce onlar da şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzlerine
bakıyorlardı.
Yapacağım afişin konusunun Bitlis
ile ilgili olması fikri geldi aklıma. Bu
kez Bitlis’in önemli ürünlerinin neler olduğunu düşünmeye başladım. Başta “Bitlis Balı” vardı kuşkusuz, ardından “Bitlis Tütünü”, “Bitlis Kalesi”, “Bitlis Köftesi”, “Bitlis Otlu Peyniri”.
Bitlis’in ilçelerine bakacak olursak “Ahlat Bastonu”, “Adilcevaz Cevizi”, “Hizan
Üzümü”, Ahlat’taki “Selçuklu Mezarlığı ve Kümbetler”, Ahlat “Eski ve Yeni
Kaleleri”, Adilcevaz “Kef Kalesi”, “Nemrut Krater Gölü”, başlı başına “Van Gölü”, “Süphan Dağı”, Aygır Gölü”, “Nazik
Gölü”
Bu kadar konu arasından birini seçmek gerekiyordu,
kolay olmadı “Bitlis Tütünü”nü
seçmek. Bir kül tabağı, üzerinde yanan
bir sigara, yukarıya doğru çıkan duman,
altında “Bitlis Tütünü, Sizi Rahatlatır”
sloganı.
Başladım yavaş yavaş çizmeye, kağıt üzerinde bir
şeyler belirlenmeye başlayınca gözlemci öğretmenlerin başımda toplanmaları
dikkatimi çekmeye başladı. Geliyor, biraz seyrettikten sonra, gidip aralarında
bir şeyler konuşuyor, sonra tekrar gelip beni seyrediyorlar. Yaptıklarımın
hoşlarına gittiğini anlamak zor değildi, tabi bu durumda benim hoşuma gidiyordu.Sınav süresi bitti, öğretmenler kağıtlarımızı teslim etmemizi duyurdular, bizler de denileni yaptıktan sonra salondan ayrılmaya başladık. Tam salonun kapısından çıkıyordum ki, bir el kolumdan beni çekti, döndüğümde Resim Öğretmenimiz Nihat Boydaş ile göz göze geldik, bana “Bir yere ayrılma, seninle işimiz var.” dedi. Öğretmenler odasının önüne gidip beklemeye başladım. Biraz sonra Resim öğretmenimiz, koltuğunun altında sınav kağıtları ve yanında iki gözlemci öğretmenle birlikte geldi, beni de yanına alarak hep birlikte öğretmenler odasına girdik.
Kendisi genişçe bir masaya oturdu, sınav kağıtlarını masanın üzerine bıraktı,
gözlemci öğretmenler de karşısına oturdular, yanına bir sandalye çekerek bana
dönüp; “Gel sen de buraya otur, sınav
sonuçlarını birlikte değerlendireceğiz.” dedi.
Çekinerek, sıkılarak gösterilen sandalyeye oturdum,
Nihat Hoca, resim kağıtlarının arasından birini arayıp buldu, bunun benim
yaptığım resim olduğunu gösterdi, sonra yana dönüp kimsenin göremeyeceği bir
şekilde kağıdın üzerine bir şey yazıp, ters çevirerek masanın kenarına koydu. “Burada dursun sonra bakacağız” dedi.
Sonra bana dönerek, masanın üzerinde duran kağıtlardan birini almamı ve o resme
on üzerinden kaç not vereceğimi
belirtmemi istedi. Ben çekinerek masadaki
resim kağıtlarından birini aldım, dikkatle inceledikten sonra kaç not
vereceğimi söyledim.
Neden bu notu verdiğimi sordu, onu da kısaca anlattım.
Elimden kağıdı aldı, üzerine benim verdiğim notu yazdı, karşısında oturan
gözlemci öğretmenlere uzattı ve onların da kendi notlarını vermelerini istedi.
Onlar da kendi notlarını kağıdın üzerine yazdıktan sonra üç notun ortalaması
alınarak sonuç kağıdın üzerine yazılıp imzalandı.
Prof.Dr. Nihat BOYDAŞ |
Bu kadarla bitecek sanmıştım, yanılmışım, tüm sınav
kağıtlarını aynı şekilde değerlendirdik.
Çoğunlukla benim verdiğim notlara itibar ediliyordu.
Arada birkaç kağıda benim verdiğim notun bir ya da iki not üstünde ya da
altında not verdiği de oluyordu. Ancak, bana özel bir ilgi gösterdiği, beni
cesaretlendirmeye ve yüreklendirmeye özel bir çaba gösterdiği her halinden
belli oluyordu.
Bu benim hoşuma gitmiyor değildi, 12 yılı aşan öğrenim
yaşamımda kimi öğretmenlerimden bazı pozitif yaklaşımlar görmüştüm, ancak bu
sefer ki ilginin derecesi her öğrenciyi mutlu edecek düzeydeydi.
Nihayet sınav kağıtlarını
bitirmiştik. Sıra kenarda duran benim kağıdıma gelmişti. Elini yan tarafta
duran kağıdın üzerine uzattı, başını bana döndürüp gözlerimin içine baktı, “Açayım mı açmayayım mı, merak ediyor
musun, heyecanlı mısın?” der gibiydi, ama demiyordu, öylece bakıyordu.
Birden elindeki kağıdı benim önüme koydu, üzerinde “On” yazıyordu. Sonra diğer öğretmenlere uzattı, onların notu da
aynıydı, kağıdın kenarına yazıp imzaladıktan sonra geri verdiler.
Tüm sınav kağıtlarının içinde “On” notu alan tek kağıt benimkiydi. Bu
beni onurlandırıyordu.
Kadere bakınız ki, benim yeteneğim,
tam da okulun bittiği, artık Bitlis’ten, Nihat Hocadan ayrılacağım zamana denk
geliyordu. Yeteneğimin işlenmesi, geliştirilmesi gerekiyordu, bunu nerede nasıl
yapacağım konusunda önümde ne bir olanak
ne bir ufuk yoktu. Tek çarem Nihat Hoca ile olan irtibatımı kesmemekti. Çok sık
olmasa da arada bir görüşme fırsatımız oluyordu.
Şanslıymışım ki bir süre sonra Nihat
Hoca’nın görev yeri Ankara olmuştu. Arada bir görüşme fırsatımız olsa da birlikte
çalışma yapma ortamımız olmamıştı. Sadece teknik bazı ayrıntıları sözlü olarak
bana anlatabiliyordu.
Aradan uzun bir süre geçmişti. Geçen
bu süre içerisinde okul bitmiş, işe girmişim, artık vatan borcumu ödeme zamanı
gelmişti.
Ankara Mamak Muhabere Okulu’nda Askerlik Görevi Sınıf
Belirleme Sınavına gireceğim, karşımda Hocam Nihat Boydaş, sarılıyoruz,
konuşuyoruz, özlemlerimizi dile getiriyoruz. Artık öğrenci öğretmen konumunda
değiliz, “Asker Arkadaşı”
modundayız. Eşit koşullardayız, o Piyade oluyor, ben Tankçı ve gene
ayrılıyoruz. Bu kez geleceği meçhul bir ayrılığın eşiğindeyiz.
O, Kıbrıs’ta, ben Yunanistan sınırında, 1974 Kıbrıs
Barış Harekatı’nı da içine alan kutsal bir vatani görev yapmış olmanın sonunda
Ankara’ya dönüyoruz. O, Gazi Üniversitesi’ndeki akademik görevinin başında
kariyerine kaldığı yerden devam ediyor, ben Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar
Genel Müdürlüğü’nde bürokratik basamakları tırmanma çabası içinde yıllar
geçiyor.
O, Gazi Üniversitesi Resim Bölümü Başkanı Prof. Dr.
Nihat Boydaş, ben Başbakanlık Mevzuat Dairesi Başkanı, artık çok samimiyiz,
görüşmeye daha çok zamanımız var. Bana sıklıkla söylediği; “Yahu İlhami, ben mi senin hocanım, yoksa sen mi benim hocamsın bir
türlü anlayamıyorum.”
Bir insanın öğretmeninden duyup duyabileceği en
değerli sözlerden biri olduğuna inandığım bu sözler benim için gurur kaynağı
olmuştur.
İlhamiNALBANTOĞLU |
Ankara’daki sanat ortamlarını paylaşır olmuştuk, benim
sanat çalışmalarını dikkatle izliyordu, eserlerimden bazılarını çok ayrıcalıklı
buluyordu. Bir gün yanında akademik çalışma yapan öğrencilerinden birinin
kariyer aşama sınavında jüriye verdiği eserlerin arasında birisinin bana ait olduğunu
anlamıştı. Çok yetenekli olmayan ama bürokratik baskılarla kariyer yapmak
isteyen bir bayan eşinin o dönemde Ankara Valisi olmasını kullanarak benden
yardım istemişti. Sınava girecekti ama eseri yoktu. Benden eserlerimi istedi,
böyle bir haksızlığa alet olamazdım. Kabul etmedim, ancak benim kullanmaya
değer bulmadığım bir iki bozuk eserimi, altındaki imzamı silerek hatır için ona
vermiştim. O da o eserlerle akademik unvan sahibi olmuştu. Nihat Hoca bu
kaçamağı fark etmiş ve benim hatırıma üzerine gitmemişti. İşte tam o sırada
bana ısrarla; “İslam Sanatları”
alanında benim de kariyer yapmamı istedi. Onun gözlemciliğinde bu işi pek ala
yapabilirdim, ne var ki o dönemde benim bürokratik kariyerim de yukarıya doğru
bir yükselme eğilimi gösteriyordu. Bu iki seçenek arasında Nihat Hocam’ın
önerisini göğüsleyemedim. Belki de yaşamımın en önemli kavşağını kaçırmış olabilirim
diye düşünmeden de edemiyorum. Devletimizin içine sızmış hainler, bürokratik
kadroları kendi adamları ile doldurma çabası içinde olunca, bizim gibi liyakatı
olan bürokratları aşırı bir biçimde mağdur ederek Devlet kademelerinden
dışlıyorlardı. Biz de bu hercümercin içinde hak ettiğimiz görevlere gelme
fırsatı bulamadan kamu görevimizi terk etmek mecburiyetinde kalmıştık.
Daha sonraları Nihat Hoca benim yazarlık serüvenimi
öğrendi, bu konuda da bana inanılmaz destek ve katkı sağladı.
Sanat çalışmalarımız son yıllarda yurtdışı endeksli
bir ivme kazanmaya başladı. Önce İran (Tebriz) Sergisi, ardından Polonya
(Varşova) Sergisi, daha sonraları Bulgaristan (Varna) Sergisi ardı ardına gelmeye başlayınca Prof. Dr. Nihat
Boydaş Hoca’ya olan saygım bir kat daha
arttı.
O, şimdilerde Akademik çevrelerin “Hocaların Hocası” olarak tanımlanıyor, büyük bir saygı ve itibar görüyor. Birçok
sanatçı O’ndan bir şeyler öğrenebilir miyim umuduyla çevresinde pervane oluyor.
Ben ise O’nun öğrencisi, arkadaşı, sırdaşı ve beni
sanata, sanat dünyasına taşıyan, gelecekte iyi bir bilim insanı olacağı
izlenimini ta o tarihlerde verip, fazlasıyla hak eden bu değerli bilim insanının
öğrencisi olmanın onurunu taşıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder