29 Ağustos 2017 Salı

CEPHEDEKİ SEVGİLİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU, Hattat, Gazeteci Yazar,

CEPHEDEKİ SEVGİLİ

Nuran Fırat
Bin Dokuz Yüz Yetmiş Dört, Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Yunanistan’ın Trakya’dan topraklarımıza saldırı olasılığına karşı tedbir olarak çok sayıda askeri güç sınıra yönlendirilmişti.
           Tekirdağ’ın Malkara İlçesindeki Tank Taburu da aynı nedenle İpsala Sınır Kapısı çevresinde konuşlandırılmıştı. İlk günler çok heyecanlı geçiyordu, bölgede karartma uygulanıyordu, geceleri kimse gözünü kırpmıyordu.
           Zaman zaman uçak saldırısı alarmı veriliyordu, ne var ki kimse kurallara uygun davranmıyordu. Herkes elindeki silahın namlusunu havaya doğrultup, geleceği varsa göreceği de var kabilinden gelecek olan uçağa karşı tetikte bekliyordu.
           Türk askeri geçmiş savaşlarda atalarının göstermiş olduğu kahramanlık destanlarına bir yenisini eklemek için kurgulanmıştı adeta.
           Günlerce beklememize karşın Yunanistan böyle bir macerayı göze alıp o cesareti gösteremedi.
           Heyecan doruktaydı, ancak karşısında bu cesareti gösterebilecek bir kimseyi göremeyince gün geçtikçe azalıyordu.
           Bir süre sonra ortam sakinleşecek, sınırı yoğun bir biçimde kaplayan askeri güçler de daha geri sınırlara çekilmeye başlayacaklardı.
           Bizim tank taburu da İpsala Sınır Kapısı yakınından kalkarak daha içerdeki bir köyün yakınına yerleştirildi. Kendi koşullarımıza uygun geniş bir araziye yerleşip, düşmana görünmemek için arazinin yapısına uygun olarak, araçlarımızı kazdığımız çukurlara gömüp, çadırlarımızı toprağın altında kurup, üstünü de ağaç dallarıyla kamuflaj yapıp, kendimizi yukarıdan görünmeyecek bir h-duruma getirip toprağın rengine büründük.
           Yaşanan bu savaş geriliminden ötürü herkes inanılmaz derecede yorgun düşmüştü. Askerin dinlenmesi için birkaç gün hiçbir eğitim yapmadan öylece bekledik.
            Bir Pazar günüydü, askeri bir araçtan birkaç tane davulcu ve zurnacı indi. Şaşkındık bunlar nereden çıktı diye bakınırken, Tabur Komutanımız Yarbay Cahit Kaman, bizi uyardı. Kolordudan göndermişler, askerin moralinin düzeltilmesi için.
            Taburu geniş ve düz bir alana topladık, yakınımızda olan diğer birlikleri de davet ettik. Davulcular ve zurnacılar birden başladılar çalmaya, herkes şaşkındı, kimsenin içinden oynamak gelmiyordu. Yarbay Kaman, yeni bir talimat verdi, birlikler arası güreş müsabakası yapılacak. Bir anda bir coşku sardı herkesi, kendine güvenen askerler ata sporlarını yapmak için birer birer alanın ortasına toplandılar.
             Güreşler yapıldı, yenenler, yenilenler birbirlerini kucakladılar, ortam biraz yumuşayınca artık güreşin yerini, halay almaya başladı. Ağır bir stresten çıkan askerler artık iyice deşarj olmaya başlamışlardı.
             Tankçı Asteğmen Enver Tuğcu, boynuna astığı davul ile çeşitli maskaralıklar yaparken, zurnayı çalar gibi yapan Tankçı Üsteğmen Mümtaz Bayazıtoğlu, renkli figürleri ile stresten çıkmaya çalışan askerin rahat hareket etmesine ortam hazırlıyorlardı. Bölük Komutanımız Üsteğmen Nurettin Noyan bu yaşananları ilgiyle izliyor ve sonunda halay gurubunun arasında yerini alıyordu.
             O gün özel bir mönü ile ödüllendirildi asker. Günün kararmasına kadar askerler güreş yaptı, türküler söyledi, halaylar çekti, streslerini atabilmek için içlerinden ne geliyorsa öyle hareket ettiler. Kimse kimseye dokunmadı, herkes aklına estiği gibi stresini atmaya çalıştı.
             Tüm bu olan bitenleri Alay’ın fotoğrafçısı ölümsüzleştirmek için bir o yana bir bu yana koşuşturup hiçbir eksik kare bırakmamak için çırpınıp duruyordu.
             Amaca ulaşılmış, asker büyük bir moral kazanmıştı.
             Gerginlik gün geçtikçe azalmaya başlayınca artık normal düzene geçiş sürecine girilmişti. Aylardır arazide olan askeri, moralli, canlı ve dinamik tutabilmek için sefer halinde yapılması gereken  eğitim, spor, araç gereç bakımı, çevre temizliği gibi günlük rutin programın uygulaması başlamıştı. Her gün bölüğü alıp değişik bir alana götürüp günlük rutin eğitimleri yaptırıyorduk. Öğlen arasında karargahın olduğu bölgeye gelip yemek yiyor, biraz dinlendikten sonra tekrar başka bir alana gidip sabah yaptıklarımızı tekrarlıyorduk.
             Karargah daha geri bir alanda çevreden görülmeyecek kadar çukur bir arazinin içine konuşlandırılmıştı. Ortada kocaman bir mutfak çadırı vardı. Etrafı vatandaşların bağışlarından oluşan yiyecek malzemeleriyle kaplıydı. Mevsim gereği başta karpuz, kavun yığınları, çeşitli sebze ve meyve kasaları, soğan çuvalları, akla gelen her türlü yiyecek malzemeleriyle dolup taşıyordu. Bu merkezin çevresinde ise değişik noktalara serpiştirilmiş komutan çadırları, revir, çamaşırhane, seyyar hamam ve asker koğuşlarını oluşturan çadır yatakhaneler vardı.
             Tanklar, toplar ve diğer araç gereç değişik alanlara yerleştirilmiş, çevreden ve havadan görünmeyecek bir biçimde kamufle edilmişti.
             Kimi üst rütbeliler yerin altındaki çadırlarını istedikleri şekilde dekore edip, savaşın stresli ortamını daha yaşanabilir bir hale getirmişlerdi.
             Güzel bir sonbahar günüydü, güneş kavurucu özelliğini yitirmiş, yapraklar yavaş yavaş sararmaya yüz tutmuştu. Aylardır arazide sefer durumunda olan asker de savaş ortamının olumsuz koşullarından etkilenmişti. Onları diri ve canlı tutmak için elimizden geleni yapma çabası içindeydik. Her zamanki gibi bölüğü almış bir düzlüğe götürmüştüm. Çavuşlara gerekli talimatları vermiş, eğitim yapmaları talimatını vermiştim. Ben de bir ağacın gölgesine oturmuş, yanıma aldığım kitabı okumaya başlamıştım. Bir süre sonra askerlerden biri gelip, “Komutanım uzaktan bir araç bize doğru geliyor.” haberini verdi. Hemen kalkıp durumu anlamaya çalıştım. Gerçekten de çok uzaklardan bir araç arkasında çok uzun bir toz bulutu bırakarak geliyordu. Bunun askeri bir araç mı yoksa sivil bir araç mı olduğunu anlamamız mümkün değildi. Komutanlardan birinin bizi teftişe gelmesi de olabilirdi, kötü amaçlı bir araç da olabilirdi.
            Temkinli bir vaziyette aracın yaklaşmasını bekledik. Biraz yakınımıza geldikten sonra bunun sivil bir araç olduğunu fark ettik. Ancak, bulunduğumuz alan askeri bir arazi idi, buraya sivil araçların girmesi yasaktı, bu durum daha da tedirgin olmamıza neden oldu. Bizim yanımıza mı geliyor, yaksa yanımızdan geçip daha ileri noktalara mı gidecek bilmiyorduk. Bunun bir düşman aracı olabileceği ihtimalini de düşünerek, bize zarar verme gibi bir girişimleri olması halinde ne yapmaları konusunda askerlere gerekli talimatları verdim.
             Araç bize iyice yaklaştı, artık görebiliyorduk, bu bir taksiydi, hem de İstanbul plakalı. İstanbul plakalı bir taksinin savaş alanı olan yasak bölgede ne işi olabilirdi ki, tedirgin olmuştuk. Askerlerle ilgili bir durum olabilir ya da içinden bir Komutan çıkabilir diyerek soğuk kanlılığımızı koruyarak taksinin yanımıza kadar sokulmasını bekledik. Nefeslerimizi tutmuştuk, askerlerimizin bazıları tir tir titriyorlardı. Sakin olmalarını istedim. Taksinin çok fazla sokulmamasını işaret ettik, dediğimizi yaptı ve biraz geride durdu. Kapı açıldı, içinden manken gibi, şık giyimli, güzel mi güzel bir bayan indi. Gözlerimize inanamadık, şaşkındık savaş alanında bu da ne demek oluyor, bir anda kavrayamadık. Yanlış mı görüyorum acaba diyerek gözlerimi ovuşturdum, Allah Allah bu o, evet, evet bu benim Ankara’daki sevgilim Nuran.
              Şok yaşıyorum, askerler de şaşkın, kim bu bayan, burada işi ne, askeri yasak bölgeye nasıl girebildi, kim izin verdi. Her yerde nöbetçiler var, hepsinden nasıl izin aldı? Yerimizi nasıl buldu? Bitmez tükenmez sorular… Sorular…
              Bana doğru koştu, ben de duyarsız kalamazdım, hasretle sarıldık, askerler iyice şaşırmışlardı. Sanki rüya görüyorlardı, rüya da bile böylesi az görülür. Panikle sordum, hayrola ne oldu, önemli bir durum mu var, diye.
Ankara'da Van Gecesi'nde birlikte
             Kısaca anlattı; “İstanbul’da işim vardı, buraya kadar gelmişken sana da bir uğrayayım istedim, yanıma yeğenimi aldım, bir taksi kiralayarak buraya kadar geldik.”
             Nuran, dönemin Başbakan’ı Sayın Ferit Melen’in sekreteriydi, Özel Kalem’de çalışıyordu. Onun sınırlar aşmasına, askeri yasak bölgeye elini kolunu sallayarak girmesine bu görevinin olanak sağladığı belli.
             Dağın başında, askerlerin gözü önünde oynanan bu dramatik oyunun stresinden içine girmiş olduğum şokun etkisinden bir türlü kurtulamıyor, ne yapacağıma, nasıl hareket edeceğime karar veremiyordum.
             İmdadıma  çavuşlarımdan biri yetişti, komutanım siz misafirinizi alıp karargaha götürünüz, ben bölüğe eğitim yaptırırım, diyerek bana bir çıkış yolu gösterdi. Öyle yaptık, görevi Çavuş’a devrettim, taksiye binerek Karargahın olduğu alana geldik. Tabur Komutanı, Bölük Komutanı ve diğer subaylar, bir benzerine rastlanmayan bu ilginç tabloyu şaşkınlıkla izliyor, geleneksel Türk misafirperverliğine leke düşürmemek için ellerinden gelen hassasiyeti göstermeye çalışıyorlardı.
             Nuran’ı ve beraberindekileri Tabur’un mutfak çadırında ağırlamak için görevli askerler bir masa hazırladılar, oturduk, konuklarımızın önüne karpuzlar, kavunlar, üzümler, çaylar, kahveler getirerek konukseverliklerini göstermek için ellerinden gelen çabayı gösterdiler.
             Vakit epeyce ilerlemişti, konuşulacak konuların biteceği yoktu, artık vedalaşmak zamanıydı. Hasretle sarılıp Nuran’ı taksiye bindirdim. Hüzünlü bir biçimde el sallayarak uğurladım.
             Yaşanan bu olay, subay, astsubay ve asker camiasında büyük yankı yaratmıştı. Gerek Nuran’ın çarpıcı güzelliği, gerekse hiçbir kadının kolay kolay beceremeyeceği, dağı taşı aşıp, bütün yasakları delerek sevgilisini görmek uğruna böylesine bir yürekliliği sergilemesi bana prestij kazandırmıştı.
             Yunan sınırını korumakla görevli Malkara Tank Taburu, benzerine pek rastlanmayan yürekli cesur ve güzel bu konuğunu bütün içtenliğiyle ağırlamaya çalıştı.
             Nuran farkında mıydı, değil miydi bilmiyoruz ama, bir gerçeği gözler önüne sermişti ki bu çok önemli. Fedakar ve cefakar Türk Kadını tarihin her döneminde, zor zamanlarda erkeğinin arkasında, yanında olmayı, tüm varlığıyla ölüm kalım mücadelesinde var gücünü bu mücadele için kullanmayı becermiş, bunun çeşitli örneklerini tarihin sayfalarına, hiç silinmeyecek bir biçimde kazımayı başarmıştır. Bu yüzden Nuran Fırat’ın bu yürekliliğini saygıyla selamlıyoruz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder