CEPHEDEKİ SEVGİLİ
Nuran Fırat |
Bin Dokuz Yüz Yetmiş Dört, Kıbrıs Barış
Harekatı sırasında Yunanistan’ın Trakya’dan topraklarımıza saldırı olasılığına
karşı tedbir olarak çok sayıda askeri güç sınıra yönlendirilmişti.
Tekirdağ’ın Malkara İlçesindeki Tank Taburu da aynı nedenle
İpsala Sınır Kapısı çevresinde konuşlandırılmıştı. İlk günler çok heyecanlı
geçiyordu, bölgede karartma uygulanıyordu, geceleri kimse gözünü kırpmıyordu.
Zaman zaman uçak saldırısı alarmı
veriliyordu, ne var ki kimse kurallara uygun davranmıyordu. Herkes elindeki
silahın namlusunu havaya doğrultup, geleceği varsa göreceği de var kabilinden
gelecek olan uçağa karşı tetikte bekliyordu.
Türk askeri geçmiş savaşlarda atalarının
göstermiş olduğu kahramanlık destanlarına bir yenisini eklemek için
kurgulanmıştı adeta.
Günlerce beklememize karşın Yunanistan
böyle bir macerayı göze alıp o cesareti gösteremedi.
Heyecan doruktaydı, ancak karşısında bu cesareti
gösterebilecek bir kimseyi göremeyince gün geçtikçe azalıyordu.
Bir süre sonra ortam sakinleşecek, sınırı
yoğun bir biçimde kaplayan askeri güçler de daha geri sınırlara çekilmeye
başlayacaklardı.
Bizim tank taburu da İpsala Sınır Kapısı
yakınından kalkarak daha içerdeki bir köyün yakınına yerleştirildi. Kendi
koşullarımıza uygun geniş bir araziye yerleşip, düşmana görünmemek için
arazinin yapısına uygun olarak, araçlarımızı kazdığımız çukurlara gömüp,
çadırlarımızı toprağın altında kurup, üstünü de ağaç dallarıyla kamuflaj yapıp,
kendimizi yukarıdan görünmeyecek bir h-duruma getirip toprağın rengine
büründük.
Yaşanan bu savaş geriliminden ötürü herkes
inanılmaz derecede yorgun düşmüştü. Askerin dinlenmesi için birkaç gün hiçbir
eğitim yapmadan öylece bekledik.
Bir Pazar günüydü, askeri bir araçtan
birkaç tane davulcu ve zurnacı indi. Şaşkındık bunlar nereden çıktı diye
bakınırken, Tabur Komutanımız Yarbay Cahit Kaman, bizi uyardı. Kolordudan
göndermişler, askerin moralinin düzeltilmesi için.
Taburu geniş ve düz bir alana topladık,
yakınımızda olan diğer birlikleri de davet ettik. Davulcular ve zurnacılar
birden başladılar çalmaya, herkes şaşkındı, kimsenin içinden oynamak
gelmiyordu. Yarbay Kaman, yeni bir talimat verdi, birlikler arası güreş
müsabakası yapılacak. Bir anda bir coşku sardı herkesi, kendine güvenen
askerler ata sporlarını yapmak için birer birer alanın ortasına toplandılar.
Güreşler yapıldı, yenenler, yenilenler
birbirlerini kucakladılar, ortam biraz yumuşayınca artık güreşin yerini, halay
almaya başladı. Ağır bir stresten çıkan askerler artık iyice deşarj olmaya
başlamışlardı.
Tankçı Asteğmen Enver Tuğcu, boynuna astığı
davul ile çeşitli maskaralıklar yaparken, zurnayı çalar gibi yapan Tankçı
Üsteğmen Mümtaz Bayazıtoğlu, renkli figürleri ile stresten çıkmaya çalışan
askerin rahat hareket etmesine ortam hazırlıyorlardı. Bölük Komutanımız
Üsteğmen Nurettin Noyan bu yaşananları ilgiyle izliyor ve sonunda halay
gurubunun arasında yerini alıyordu.
O gün özel bir mönü ile ödüllendirildi
asker. Günün kararmasına kadar askerler güreş yaptı, türküler söyledi, halaylar
çekti, streslerini atabilmek için içlerinden ne geliyorsa öyle hareket ettiler.
Kimse kimseye dokunmadı, herkes aklına estiği gibi stresini atmaya çalıştı.
Tüm bu olan bitenleri Alay’ın fotoğrafçısı
ölümsüzleştirmek için bir o yana bir bu yana koşuşturup hiçbir eksik kare
bırakmamak için çırpınıp duruyordu.
Amaca ulaşılmış, asker büyük bir moral
kazanmıştı.
Gerginlik gün geçtikçe azalmaya başlayınca
artık normal düzene geçiş sürecine girilmişti. Aylardır arazide olan askeri,
moralli, canlı ve dinamik tutabilmek için sefer halinde yapılması gereken
eğitim, spor, araç gereç bakımı, çevre temizliği gibi günlük rutin
programın uygulaması başlamıştı. Her gün bölüğü alıp değişik bir alana götürüp
günlük rutin eğitimleri yaptırıyorduk. Öğlen arasında karargahın olduğu bölgeye
gelip yemek yiyor, biraz dinlendikten sonra tekrar başka bir alana gidip sabah
yaptıklarımızı tekrarlıyorduk.
Karargah daha geri bir alanda çevreden
görülmeyecek kadar çukur bir arazinin içine konuşlandırılmıştı. Ortada kocaman
bir mutfak çadırı vardı. Etrafı vatandaşların bağışlarından oluşan yiyecek
malzemeleriyle kaplıydı. Mevsim gereği başta karpuz, kavun yığınları, çeşitli
sebze ve meyve kasaları, soğan çuvalları, akla gelen her türlü yiyecek
malzemeleriyle dolup taşıyordu. Bu merkezin çevresinde ise değişik noktalara
serpiştirilmiş komutan çadırları, revir, çamaşırhane, seyyar hamam ve asker
koğuşlarını oluşturan çadır yatakhaneler vardı.
Tanklar, toplar ve diğer araç gereç değişik
alanlara yerleştirilmiş, çevreden ve havadan görünmeyecek bir biçimde kamufle
edilmişti.
Kimi üst rütbeliler yerin altındaki
çadırlarını istedikleri şekilde dekore edip, savaşın stresli ortamını daha
yaşanabilir bir hale getirmişlerdi.
Güzel bir sonbahar günüydü, güneş kavurucu
özelliğini yitirmiş, yapraklar yavaş yavaş sararmaya yüz tutmuştu. Aylardır
arazide sefer durumunda olan asker de savaş ortamının olumsuz koşullarından
etkilenmişti. Onları diri ve canlı tutmak için elimizden geleni yapma çabası
içindeydik. Her zamanki gibi bölüğü almış bir düzlüğe götürmüştüm. Çavuşlara
gerekli talimatları vermiş, eğitim yapmaları talimatını vermiştim. Ben de bir
ağacın gölgesine oturmuş, yanıma aldığım kitabı okumaya başlamıştım. Bir süre
sonra askerlerden biri gelip, “Komutanım uzaktan bir araç bize doğru geliyor.”
haberini verdi. Hemen kalkıp durumu anlamaya çalıştım. Gerçekten de çok
uzaklardan bir araç arkasında çok uzun bir toz bulutu bırakarak geliyordu.
Bunun askeri bir araç mı yoksa sivil bir araç mı olduğunu anlamamız mümkün
değildi. Komutanlardan birinin bizi teftişe gelmesi de olabilirdi, kötü amaçlı
bir araç da olabilirdi.
Temkinli bir vaziyette aracın yaklaşmasını
bekledik. Biraz yakınımıza geldikten sonra bunun sivil bir araç olduğunu fark
ettik. Ancak, bulunduğumuz alan askeri bir arazi idi, buraya sivil araçların
girmesi yasaktı, bu durum daha da tedirgin olmamıza neden oldu. Bizim yanımıza
mı geliyor, yaksa yanımızdan geçip daha ileri noktalara mı gidecek bilmiyorduk.
Bunun bir düşman aracı olabileceği ihtimalini de düşünerek, bize zarar verme
gibi bir girişimleri olması halinde ne yapmaları konusunda askerlere gerekli
talimatları verdim.
Araç bize iyice yaklaştı, artık
görebiliyorduk, bu bir taksiydi, hem de İstanbul plakalı. İstanbul plakalı bir
taksinin savaş alanı olan yasak bölgede ne işi olabilirdi ki, tedirgin
olmuştuk. Askerlerle ilgili bir durum olabilir ya da içinden bir Komutan
çıkabilir diyerek soğuk kanlılığımızı koruyarak taksinin yanımıza kadar
sokulmasını bekledik. Nefeslerimizi tutmuştuk, askerlerimizin bazıları tir tir
titriyorlardı. Sakin olmalarını istedim. Taksinin çok fazla sokulmamasını
işaret ettik, dediğimizi yaptı ve biraz geride durdu. Kapı açıldı, içinden
manken gibi, şık giyimli, güzel mi güzel bir bayan indi. Gözlerimize
inanamadık, şaşkındık savaş alanında bu da ne demek oluyor, bir anda
kavrayamadık. Yanlış mı görüyorum acaba diyerek gözlerimi ovuşturdum, Allah
Allah bu o, evet, evet bu benim Ankara’daki sevgilim Nuran.
Şok yaşıyorum, askerler de şaşkın, kim bu
bayan, burada işi ne, askeri yasak bölgeye nasıl girebildi, kim izin verdi. Her
yerde nöbetçiler var, hepsinden nasıl izin aldı? Yerimizi nasıl buldu? Bitmez
tükenmez sorular… Sorular…
Bana doğru koştu, ben de duyarsız
kalamazdım, hasretle sarıldık, askerler iyice şaşırmışlardı. Sanki rüya
görüyorlardı, rüya da bile böylesi az görülür. Panikle sordum, hayrola ne oldu,
önemli bir durum mu var, diye.
Ankara'da Van Gecesi'nde birlikte |
Kısaca anlattı; “İstanbul’da işim vardı,
buraya kadar gelmişken sana da bir uğrayayım istedim, yanıma yeğenimi aldım,
bir taksi kiralayarak buraya kadar geldik.”
Nuran, dönemin Başbakan’ı Sayın Ferit Melen’in
sekreteriydi, Özel Kalem’de çalışıyordu. Onun sınırlar aşmasına, askeri yasak
bölgeye elini kolunu sallayarak girmesine bu görevinin olanak sağladığı belli.
Dağın başında, askerlerin gözü önünde
oynanan bu dramatik oyunun stresinden içine girmiş olduğum şokun etkisinden bir
türlü kurtulamıyor, ne yapacağıma, nasıl hareket edeceğime karar veremiyordum.
İmdadıma çavuşlarımdan biri yetişti, komutanım siz
misafirinizi alıp karargaha götürünüz, ben bölüğe eğitim yaptırırım, diyerek
bana bir çıkış yolu gösterdi. Öyle yaptık, görevi Çavuş’a devrettim, taksiye
binerek Karargahın olduğu alana geldik. Tabur Komutanı, Bölük Komutanı ve diğer
subaylar, bir benzerine rastlanmayan bu ilginç tabloyu şaşkınlıkla izliyor,
geleneksel Türk misafirperverliğine leke düşürmemek için ellerinden gelen
hassasiyeti göstermeye çalışıyorlardı.
Nuran’ı ve beraberindekileri Tabur’un
mutfak çadırında ağırlamak için görevli askerler bir masa hazırladılar,
oturduk, konuklarımızın önüne karpuzlar, kavunlar, üzümler, çaylar, kahveler
getirerek konukseverliklerini göstermek için ellerinden gelen çabayı
gösterdiler.
Vakit epeyce ilerlemişti, konuşulacak
konuların biteceği yoktu, artık vedalaşmak zamanıydı. Hasretle sarılıp Nuran’ı
taksiye bindirdim. Hüzünlü bir biçimde el sallayarak uğurladım.
Yaşanan bu olay, subay, astsubay ve asker
camiasında büyük yankı yaratmıştı. Gerek Nuran’ın çarpıcı güzelliği, gerekse
hiçbir kadının kolay kolay beceremeyeceği, dağı taşı aşıp, bütün yasakları
delerek sevgilisini görmek uğruna böylesine bir yürekliliği sergilemesi bana
prestij kazandırmıştı.
Yunan sınırını korumakla görevli Malkara
Tank Taburu, benzerine pek rastlanmayan yürekli cesur ve güzel bu konuğunu
bütün içtenliğiyle ağırlamaya çalıştı.
Nuran farkında mıydı, değil miydi
bilmiyoruz ama, bir gerçeği gözler önüne sermişti ki bu çok önemli. Fedakar ve
cefakar Türk Kadını tarihin her döneminde, zor zamanlarda erkeğinin arkasında,
yanında olmayı, tüm varlığıyla ölüm kalım mücadelesinde var gücünü bu mücadele
için kullanmayı becermiş, bunun çeşitli örneklerini tarihin sayfalarına, hiç
silinmeyecek bir biçimde kazımayı başarmıştır. Bu yüzden Nuran Fırat’ın bu
yürekliliğini saygıyla selamlıyoruz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder