30 Mayıs 2020 Cumartesi

DURUM HAZİRAN 2020, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU



2020 HAZİRAN
    DURUM
      Değerli Okuyucularımız,
      Bu sayıda Gazetemizin yayın politikası ve ilkeleri  konusunda  sizi bilgilendirmek istiyoruz.
      Bilindiği gibi Ahlat Gazetesi, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın yayın organıdır.
      Bu misyonumuzla yarı resmi bir sorumluluğun bilinci içinde hareket etmek durumundayız.
      Bu nedenle yayın politikamızda ne kimsenin yanında olmak, ne de karşı olmak gibi bir yaklaşımımızın olmadığını ve olamayacağını belirtmek isteriz.
      Zaman zaman  ülkemizin genel politikasına uygun olmayan, toplumda derin ayrışmalara yol açabilecek, çeşitli tartışma ve sürtüşmelere neden olabilecek yazı, makale ve raporlar, yayımlanmak üzere bize gönderilmektedir.
      Elimizden geldiğince  bu tür  önerileri ve istekleri Gazetemiz sayfalarına taşımıyoruz.
      Bu bakımdan gerekli duyarlılığın gösterilmesini diliyor, anlayışınız için  teşekkürlerimizi sunuyor, esenlikler diliyoruz…
      Saygıyla…

NİOBE VE MANİSA TARZANI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


NİOBE VE MANİSA TARZANI
Mazlum Yegül, Ahlat’ın efsanevi Kaymakamı, Cumhuriyetin kuruluşunun ardından baştan aşağı yeniden
Niobe Tablosu
inşa edilen Anadolu’nun her yöresinde olduğu gibi, Ahlat’ın virane halini, modern bir yapıya kavuşturmak için kolları sıvamıştı.
      Ahlat’ı  modern bir kent olarak yeni baştan inşa ettirmiş,  adının,  Ahlat’ın en önemli caddesine verilmesini gerçekleştirerek ölümsüzleştirmişti.
      Buradaki görevini başarı ile tamamladıktan sonra daha üst makamlara atanmış,  Ahlat Kaymakamlığına da Kenan Aybek adında genç bir kaymakam atanmış atanmış, Mazlum Yegül’ün tamamlayamadığı işleri büyük bir çabayla tamamlamaya çalışıyordu.
      Caddeler, sokaklar tamamlanmış, kent parkı ve meydanı inşa ediliyordu. Park için Yamlar mevkiinden getirilen doğal çimlerden çiçek tarhları yapılacaktı. Ahlat’ta bu işi yapabilecek bilgi birikimine sahip, deneyimli kimse yoktu.
      O dönemde, işlediği bir suçtan dolayı, aldığı hapis cezasını çektikten sonra, cezanın devamı olarak Ahlat’a sürgün olarak gönderilen  Manisalı Şevket adında biri vardı. Sürgün Şevket, her gün Polis Karakoluna giderek imza veriyor, sair zamanlarda ise çarşı içinde bir o yana bir bu yana gezip duruyordu.
      İşin ilginç yanı, Manisalı Sürgün Şevket, park ve bahçe işlerinden biraz anlıyordu. Bu durum, Kaymakam Kenan Aybek’in kulağına gitmişti. Kenan Aybek, Sürgün Şevket’i  Makamına çağırarak bu işin üstesinden gelip gelemeyeceğini sorduğunda, Şevket’in gözlerinde bir ışıltı meydana gelmişti.
      Çünkü Şevket, daha önce, Manisa’yı güllük gülistanlık haline getiren “Manisa Tarzanı”nın çıraklarından biriydi. Sıkıntıdan patlıyordu, hem kendine bir uğraş bulmuş olacak hem de az da olsa  cebine bir miktar para girecekti.
     
Niobe Ağlayan Kaya
Sürgün Şevket, dört elle işine sarıldı, gece gündüz çalıştı, çabaladı ve Ahlat Kent Parkını, çevredeki diğer tüm yerleşim merkezlerini kıskandıracak bir güzelliğe kavuşturdu. Parkın orta yerine de Van Gölü şeklinde fıskiyeli bir havuz yapıldı.
      Sürgün Şevket, çiçek tarhlarını yaparken davetsiz bir misafiri vardı. Karşısına geçer onu dakikalarca izlerdi. Şevket, işinden başını kaldırıp bakmazdı bile. Bu davetsiz misafir,  Şevketin çimleri nasıl kestiğini, nasıl yerleştirdiğini,  aletleri nasıl kullandığını, şakülünü, çekicini, ipini, malasını dikkatle izler, yorulduktan sonra çeker giderdi.
      Park,  tamamlanınca Ahlat halkının bir övünç kaynağı olmuştu adeta. Kaymakam Kenan Aybek ise yapmış olduğu bu hizmetten dolayı son derece mutluydu. Mutluluğunu aradan uzun yıllar geçtikten sonra Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevi yaptığı dönemde, Sürgün Şevket’in çalışmalarını izleyen davetsiz misafirine, yani bana büyük bir gururla anlatmıştı.
      Bana Ahlat’ı sordu, Kent Parkını sordu, merak ediyordu, acaba hala yerinde duruyor mu, yoksa yerine başka bir şey mi yapılmış?
      Dilimin döndüğünce, Kent Parkı’nın Ahlat için ne kadar önemli olduğunu, sadece Ahlat halkının değil, çevreden gelen pek çok insan için çok önemli bir dinlenme alanı olduğunu anlattım.
      Ahlatlılar olarak, bu kadar önemli bir alanı değerlendirip park haline getirmiş olmalarından dolayı kendilerine minnettar olduğumuzu anlattım.
      Uzun yıllar birlikte, aynı mekanda hizmet ettik. Ne büyük bir eksikliktir ki, günün koşulları gereği onu emeklilik döneminde aramak sormak ya da alıp Ahlat’a götürmek mümkün olamadı.
      Lise yıllarımda, ergenlik çağının da etkisiyle olacak, derslerle pek uyum içinde olamıyordum. Bu durum babamın da canını oldukça sıkıyor olmalıydı. Artık çekilmez olmuştu, bir çözüm arayışında başarılı olamamış,  çareyi evden kaçmakta bulmuştum.
      Gidebileceğim tek bir yer vardı, Manisa. Çünkü orada babamın teyzesinin oğlu Hasan Amca vardı. Hasan Amca’nın çocukluğu babamla birlikte, yokluk ve fakirlik içinde geçmiş. Babam çıkış yolunu Ahlat’ta bulmuşken, Hasan Amca da Manisa’da kendine bir meslek edinmişti.
      Dişçilik yapıyordu, işleri iyiydi,  üç çocuğu vardı. Hakkında anlatılanlardan etkilenmiş ve orada kendime bir çıkış yolu bulabileceğim hayaline kapılmıştım.
      Trene atladığım gibi, soluğu Manisa’da aldım. Bu benim evden ilk kaçışımdı. Daha sonraları bir kere daha kaçacağımı hayal bile edemezdim.
      Hasan Amca’nın oğlu Süleyman ile iyi anlaşıyorduk. Ahlat’ta görmek değil, hayal bile edemeyeceğim sosyal bir yaşamı vardı.  Süleyman’ın yaşı benden küçük ama arkadaşları, motosikleti, futbol maçları, olanakları, okuldaki başarısı ile  benim bir hayli üzerimde bir yaşam standardı vardı. Sonradan İstanbul Tıp Fakültesi sınavlarını kazanmıştı.
      Süleyman, bu olanakları ile beni de ihmal etmiyor, fırsat buldukça birçok şeyi benimle paylaşıyordu. Bu sayede, Manisa’yı,  Manisa Tarzanını, İzmir’i, İzmir Enternasyonal Fuarını görme fırsatını bulmuştum.
       Bir gün dedi ki, hadi Niobe’ye gidelim,  tabi ben Niobe’nin ne olduğunu bilmiyordum. Erkenden yola koyulduk. Motosikletinin arkasına oturdum, yeşillikler içinden, dar yollardan, çamların arasından yokuş yukarı bir hayli tırmandık, sonunda yüksekçe bir kayanın önünde durduk.
Ahmet Bedevi
      Kayanın üzerinde bir ıslaklık göze çarpıyordu ve genel olarak şekli bir kadın başını andırıyordu. Bu
Yüzden bu kayaya “Ağlayan Kaya” deniyormuş.
      Süleyman, dili döndüğünce  bana anlatmaya  başladı, Yunan Mitolojisine ve efsaneye göre, Tantalos adlı yarı tanrının kızının adıymış Niobe. Çocukluğu bu yörede geçmiş. Daha sonra Kral Amphion ile evlenmiş ve yedisi kız, yedisi oğlan olmak üzere 14 çocuk dünyaya getirmiş.
      Niobe, bu kadar çok çocuğa sahip olduğu için kendisiyle pek gururlanırmış. Zamanla diğer kadınları küçümsemeye, çarşıda açıkça kendini övmeye başlamış “Hepinizden üstünüm ben” diyormuş, diğer kadınlara “hanginizin benim kadar çok çocuğu var? Analık konusunda Leto bile aşık atamaz benimle”. Leto adını duyan kadınlar korkuyla “aman sus Niobe”  diyorlarmış “Leto böyle konuştuğunu bir duyarsa”.
      “Duyarsa duysun” dermiş  Niobe bağıra bağıra.  Bunu duyan Leto, Niobe’nin çocuklarının öldürülmesi emrini vermiş.  Çocukları öldürülen Niobe, bu büyük acı karşısında o anda orada taş kesilmiş. Üzerindeki ıslaklık ise gözyaşları imiş.
      Bir başka gün, Süleyman Manisa Tarzanı’nın mekanı olan bir yere götürdü. Manisa Tarzanı sözü bir anda beni yıllar öncesine götürdü. Ahlat’ta Kent Parkının çiçek tarhlarını yapan Manisalı ve Manisa Tarzanı’nın çırağı olduğunu söyleyen Sürgün Şevket’i anımsadım.
      Hayalimde yer eden Manisa Tarzanı imajını ise Süleyman anlattıkları ile bambaşka bir yere oturttum.  O günlerde Tarzan’ın birkaç ay önce öldüğünü duyunca, onu görememenin hüznü kapladı içimi. Manisa’nın sembolü olan, çevreci kimliğiyle tanınan  ’Manisa Tarzanı’nın asıl adı  Ahmet Bedevi imiş. Manisa’da çevre bilinci ve duyarlılığının ışıklarını yakan, efsanevi yaşamı ile sadece Manisalıların değil tüm Türkiye’nin ilgisini çekmeyi başarmış bir doğa dostu.
      Ahmet Bedevi,  nüfus kaydındaki adıyla Ahmeddin Carlak, 1899’da Bağdat’ta doğmuş.. Dağlarda yaşamaya başlamadan önce başarılı bir askermiş. Kurtuluş Savaşı’ndan önce Türk Ordusu’nda er olarak askerlik görevine başlamış.
Manisa Tarzanı
      Ardından Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve 4,5 yıl boyunca savaşta gösterdiği başarı ve yararlılıklardan ötürü “Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası”na layık görülerek terhis olmuş ve yolu Manisa’ya düşmüş.
      Cumhuriyet ilan edilmesinden birkaç yıl sonra Manisa’ya yerleşmiş ve Spil Dağı’nda Topkale adıyla anılan dağlık yörede kendine bir kulübe yaparak yaşamını orada sürdürmeye başlamış.
      Kentin ağaçlandırılması için olağanüstü çaba harcamış. Çalışmaları, kişiliği ve yaşam tarzıyla çevrecilerin sembolü olmuş., Manisa’nın simgesi haline gelmiş.
      1924’ten sonra saçını ve sakalını kesmeyen, üzerine sadece bir şort giyen Bedevi, bu tarzıyla ve doğayla uyumlu yaşamı nedeniyle Tarzan’a benzetilmiş ve ’Manisa Tarzanı’ olarak anılmaya başlanmış.
      Benim Manisa’ya gidişim 1964 yılıydı. Ahmet Bedevi,  birkaç ay evvel 1963 yılında yaşamını yitirmişti.
      Kent meydanının bir köşesinde güzelce bir mekanın  önündeydik. Süleyman buranın Manisa Turizm Müdürlüğü olduğunu söyledi.  Her tarafı Manisa Tarzanı’nın resimleri ile donatılmıştı.
      Ölümünün ardından hiçbir şeye dokunulmamış her şey olduğu gibi duruyordu. Belli ki ilgililer Tarzan’ın ölümünün ardından nasıl hareket edecekleri konusunda henüz bir karara varmış değillerdi. Bir süre sonra basında Manisa Tarzanı’nın bir heykelinin  yapılacağı haberleri yer almaya başlamıştı. Daha sonraları yapılıp parklardan birine yerleştirildi. Bu arada Manisalılar Tarzan için bir kütüphane, ya da bir kültür merkezi açarlar diye umut ediyordum, ancak sadece onun kulübesinin bir benzerini yapmışlardı.
O günlerdeki ben
      Süleyman’ın sosyal bir çevresi vardı, hafta sonları arkadaşları ile futbol maçları yapıyorlardı. Beni de davet etti ve takımda futbol oynamamı istedi. Ne var ki benim futbolla uzak yakın hiç alakam yoktu. Ben kenarda bekledim, maç bitti, motosiklete binip eve döndük.
      Biz, daha  kapıya adımımızı atmadan evin kapısı usulca açıldı, Hasan amca motosikletin sesini duymuş ve kapıya gelmişti. Bu durumdan ben bir anormalliğin olduğunu  izlenimi edindim. İçeri girdik, oturma odasına geçtik baş köşede babamı sakin bir halde oturuyor vaziyette gördüm. 
      Şok olmuştum, ne çabuk beni buldu diye. Hem buraya geldiğimi nereden bildi, bir türlü inanamıyordum. Yollara düşmüş, araya araya gelip beni bulmuştu.
      Babamın elini öpüp hoş geldin dedim, süt dökmüş kedi gibi bir kenara kıvrıldım.  Buz gibi hava evi sarıp sarmaladı. Hasan Amca, görmüş geçirmiş birisiydi, benim bu ezik halimi görünce, dayanamamış, bana ilgi göstermeye başlamış, çok geçmeden evdeki soğuk havayı gidermeyi başarmıştı.
      Birkaç gün kaldı babam, birlikte Manisa’yı gezdik, artık yavaş yavaş geriye dönüşün  zamanı geliyordu. Manisa garından trene bindik,. Hasan Amca ve ailesi bizi uğurlamaya  geldiler. Hüzünlü bir ayrılıktan sonra  Ahlat’a döndük.
      Bu evden kaçış, o yıl eğitimimi aynı sınıfta geçirmeme neden olmuş, hiç kuşkusuz ufkumu açmış, bilgi dağarcığımı bir hayli zenginleştirmişti.

7 Mayıs 2020 Perşembe

RAMAZAN AHLAT'TA GÜZELDİR, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

RAMAZAN AHLAT’TA GÜZELDİR
      Elli’li yılların başıydı, tabak orucu ile tanıdık ilk kez Ramazan ayını. Ailenin tüm fertleri oruç tutunca, üç-dört yaşlarında “ben de oruç tutacağım” diye tutturan çocuklar için icat edilmiş  “tabak orucu” formülü. Tamam sen de oruç tutuyorsun demek için, çocuğu üzmemek için ve gelecekte oruç tutmaya alıştırmak için düşünülmüş bir formül.
      Oruç tutuyorsunuz, acıktığınızda da tabaktan hafi hafif atıştırıyorsunuz. Akşam iftar sofrasında da herkesle birlikte sofraya oturup orucunuzu açıyorsunuz. Anneniz de babanız da övünerek benim çocuğum da “tabak orucu” tuttu diye sizi onore ediyor.
      Biraz büyüyorsunuz, 30 günlük ramazan boyunca birkaç gün oruç tutuyorsunuz. Bu günler çok gerilimli geçiyor. Babanız, “iftarlık” denilen fındık, fıstık, üzüm gibi yiyeceklerle ceplerinizi dolduruyor. Sizi motive ediyor, akşam iftar sofrasının baş konuğu yerine konuluyorsunuz, yaşamınızın ilk orucunu tuttuğunuz için.
      Oruçlu günün son saatlerine doğru iftar hazırlıkları hız kazanıyor. İlk göze çarpanlar, eline bir yumurta alanın Fırıncı Burhan’ın dükkanına doğru yönelmesi oluyor. Fırıncı Burhan, her gelenin yumurtasını alıp sıraya koyuyor.
      Fırıncı Burhan, her Ramazan ayında işinin en yoğun günlerini yaşıyor. Her gün kentin ekmek ihtiyacını karşılamanın yanında ekstradan değişik ramazan pideleri yaparak halkın gönlünü kazanıyor.
Ramazan Pidesi
      Fırından çıkan tereyağlı ve yumurtalı nar gibi kızarmış pideleri alanlar, soğutmadan tıknefes evlerinin yolunu tutuyorlar. İkinci olarak Bakkal “Salih Gago”nun, sırf Ramazan ayı için Diyarbakır’dan getirttiği biber turşusu için oluşan kuyruk dikkatleri çekiyor. Salih Gago’nun prensibi  herkese yüz gramdan fazla vermemek. Biber turşusunu alanlar da yine koşar adımlarla evlerinin yolunu tutuyorlar, büyük bir telaşla…
      İftar vaktine doğru evlerde tüm hazırlıklar yapıla dursun, çocuklar kapılara çıkmış, gelecek ezan sesini bekliyorlar. Henüz minare yok kentte, ezanlar cami damlarından okunuyor. Camilerin damlarından okunan ezanların dışında Acem Celal evimizin  yüz elli metre kadar  yakındaki evinin damından, Gardiyan İsmail  ise Kalender Mahallesindeki evinin damından ezan okuyorlar.
      Her ikisi de güzel sesleri ve okudukları ezanlar ile birbirleriyle yarışır gibi bir izlenim bırakırlardı. Ertesi gün bir araya gelen insanlar, hangisinin sesinin daha güzel olduğu konusunda bir sonuca ulaşamıyorlardı.
      Evimizin hemen önündeki camide ise Muzaffer Akbaş ezan okuyordu. Kimi zaman ezan esnasında yanında durur, kimi zaman önüne geçip dikkatle izliyordu çocuklar.
      Kore Gazisi Resul Çavuş, Ahlat’ın  yukarı mahallesindeki  evinin  toprak damında, bir ağaç kütüğüne monte ettiği kocaman bir demir borunun içine doldurduğu bir miktar barut ve paçavrayı, elindeki bir tokmak ile iyice sıkıştırdıktan sonra cebinden çıkardığı muhtar çakmağı ile  borunun gerisindeki deliğe temas ettiğinde, kulaklarımızı dakikalarca çınlatan bir patlama ile iftar vaktinin geldiğini haber veriyordu.
      Her akşam evimizin yakınından gelen bu top sesinin nasıl bir şey olduğunu merak ediyor, bir türlü kafamda tasarlayamıyordum.
      Bir gün iftar saatine yakın bir zamanda soluğu yukarı mahalledeki Resul Çavuş’un evinin damında aldım. Resul Çavuş’un bu mekanizmayı nasıl işlettiğini baştan sona kadar büyük bir dikkatle izleyerek merakımı gidermiştim.    
      Top veya ezan sesi duyulur duyulmaz çocuklar büyük bir bağırışla ezanın okunduğunu çevrelerine duyurarak kendilerini iftar sofralarına atıyorlar.

      İftar yapılıp yemekler yendikten, çaylar içildikten  sonra teravih namazı vakti geliyor. Çocuklar da büyüklerle beraber teravih namazına gidiyorlar. Namaz sırasında kimi yaramaz çocuklar, bitiremedikleri iftarlıklarını çaktırmadan ceplerinden çıkarıp, ağızlarına atarak diğer çocuklara nispet yapmaktan geri kalmıyorlardı.      Kimi zamanlar da önlenemez bir gülme krizine kapılıyorlardı. Büyüklerden de  değişik şaka yapanlar yok değildi, teravih namazı sırasında.
      Kent merkezindeki iki büyük camide kılınıyordu teravih namazı. Camilerden biri “hızlandırılmış” teravih namazı kıldırmakla ünlüydü.  Burada Halit Hoca kıldırıyordu namazı. Halit Hoca “Jet” gibi namazı kıldırıp cemaati erkenden evlerine yolluyordu.
      Ulu Camide teravih namazı kılanlar dakikalar sonra anca çıkıyorlardı camiden. Çünkü burada hem Ahlat Müftüsü Abdullah Bubani namaz kıldırıyordu, hem de  Manifaturacı Emin Aydoğan,  Kahveci Halit Yazıcı ve Terzi Ahmet’ten oluşan bir “İlahi Gurubu”  her dört rekatta bir koro halinde ilahi okuyordu. Bu ritüel ayrı bir mistik hava veriyordu  Ramazan gecelerine.
      Kimileri hızlı namazı tercih ederken, kimileri de bu seramoninin tadını çıkarıyordu, kutsal aya yakışırcasına.
Ramazan Davulcusu
      Teravih namazı sırasında birbirlerine şaka yapanlar da yok değildi. Bunların başında Kunduracı Mustafa ile Demirci Hanifi gelirdi. Kunduracı Mustafa bir gün yanında namaz kılan köylü bir vatandaşımıza yaptığı şaka ile günlerce kendinden söz ettirmişti. Secde sırasında  dirseğini yanındaki Mehmet Çavuş’un sakalına bastırmış, imam “Allahuekber” deyip, secdeden kalktığı halde, Kunduracı  Mustafa dirseğini  bir türlü Mehmet Çavuş’un sakalından çekmiyor, Mehmet Çavuş’ta sakalını Kunduracı Mustafa’nın dirseğinden kurtarmak için debelenip duruyordu. Bu durumu gören  insanlar namaz sırasında gülme krizine tutuluyorlardı.
      Teravih namazından çıkanların çoğu soluğu kahvelerde alıyordu. Kimileri bir demli çay içmeyi yeğlerken, kimileri kahvelerde oynatılan “tombala” heyecanına kaptırıyordu kendini. Çocuklar da bu tombala heyecanının içinde yerlerini alıyorlardı bir süreliğine. Tombala faslı “sahur”a kadar devam ediyordu. Tombaladan evlerine dönenler  sahur yemeklerini yiyip, yeni başlayan günün geç saatlerine kadar uyuyorlardı.
      Laz Memet sahur için uyandırıyordu tüm kenti. Kendine özgü Karadeniz şivesiyle ve esprili konuşmasıyla kent halkının gönlünü kazanmıştı.  Kimin uyanacağını, kimin uyanmayacağını, kimin ne yiyip içtiğini, her şeyi biliyordu Laz Memet. Canının çektiği yerde sahur davetine de katılıyor, herkes ikramlarda bulunuyordu Laz Memed’e.
      Gün sonlarına doğru, Siirtli görme özürlü Hafız’ın “hatim indirmek” için eve gelme saati başlıyordu. Tüm komşu kadınlar topluca katılıyorlar bu okumaya, erkekler ise öğlen veya ikindi namazı sonrası camilerde yapılan okumaya katılıyorlar.
      Siirtli görme özürlü Hafız, her yıl Ramazan ayı boyunca geliyor, bir aylık emeğinin karşılığını toplayıp tekrar memleketine.
      Ramazan ayı genellikle yarı performanslı geçiyordu, kentin genellikle tüm kahveleri ve lokantaları gün boyu kapalı. Bu durum bekar kamu görevlileri için pek kolay olmuyor. Yemek ihtiyaçlarını işyerlerinde depoladıkları pratik yiyeceklerle karşılıyorlar. Kazara dışarıda bir şey yemeye ya da bir sigara içmeye kalktıklarında toplumun tepkisi ile karşılaşmaktan kurtulamıyorlar.
      Kentin ileri gelenleri Ramazan ayı süresince sırayla iftar yemeği veriyorlar. İftar sırası gelen eve konu komşu hanımları geliyor, elbirliğiyle yemekler yapılıyor, sofralar hazırlanıyor, iftar saati yaklaştıkça kentin kalbur üstü zevatı, teker teker davetli oldukları evin yolunu tutuyorlar. Kimileri de birkaç kişi birlikte, büyük bir şamata ve gürültüyle ilerlerken, dosta, düşmana iftara davetli olduklarını duyururcasına gerine gerine davete icabet ediyorlar.
      20-25 civarında kişi bir odaya belirli bir saygı ve huşu içinde özenle hazırlanmış yer sofrasındaki yerlerini alıyorlar. Tüm yemekler sofraya konulmuş, boşalan tabaklar bir taraftan doluları ile değiştirilirken, bir yandan da değişik yemek servisleri yapılıyor. Tatlı ve çayın ardından  tabakalar çıkarılıyor, kiminin tütünü sarı kehribar gibi, kimininki Tekel tütünü, sigaralar yakılıyor, dumanından göz gözü görmüyor. Tütünler yarıştırılıyor, hangisi daha iyi diye. Tatlı ve demli  sayısı belli olmayan çayın ardından sırada  “Yemek Duası” var. Duayı genellikle her davetin vazgeçilmezi Ahlat Müftüsü Abdullah Bubani yapıyor ve geç kalınmadan teravih namazına yetişmek üzere caminin yolu tutuluyor.
      Ertesi gün bir başka evde tekrarı yapılacak iftar davetleri Ramazan ayının sonuna dek sürüp gidiyor.
Teravih Namazı



      Ramazan güzeldir, Ramazan her yerde güzeldir. Ahlat’ta da güzeldir. Dindar olmasan da güzeldir, tadına varılması gereken çok özel  günlerden biri demektir. Ramazan eski günlerdir, anneannedir, babaannedir, dededir.
      Oradan oraya koşuşturan aç annedir Ramazan. Günbatımına yakın mutfaktan gelen mis gibi yemek kokuları, tertemiz masanın üzerindeki zeytin tabağı, bir adet hurmadır. Okunması beklenilen ezandır, erken koparılmış bir lokma ekmektir. Paylaşımdır, kimi zaman bir ortaklık duygusudur.
      Yalnız, yapayalnız olmadığının göstergesidir. Hep birlikteliktir, acıyı ve sıkıntıyı birlikte katlanma, ödülünü de birlikte paylaşmadır Ramazan.
      Çevremizdeki aç insanlara “sizinleyim”,ben de yemiyorum” demektir Ramazan. 30 günlük bir sürenin sonunda gelen bayram, öpülen eller, açılmış kollar, barışan küskünler, sımsıkı kucaklaşmalar, ellere dökülen kolonyadır Ramazan.
      Sonunda bayram var, bayram namazı ile başlayan bu renkli üç gün ise ayrı bir tat, ayrı bir lezzet ile anılarda renkli izler bırakıyor.
      Ramazan Ahlat’ta da güzeldir…

TÜRK DOKTORLARI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


TÜRK DOKTORLARI
AKIL VE BİLİMLE GÖZLE GÖRÜLMEYEN DÜŞMANI YENMEYİ BAŞARDILAR…
  Gazi Mustafa Kemal Atatürk, “Beni Türk Doktorlarına Emanet Ediniz” demişti. Cumhuriyet değerleri kapsamında yetişen Türk Bilim İnsanı, doktorlarımız, Atatürk’ün bu değerlendirmesini ne kadar hak ettiklerini kanıtladılar.
      Bu başarının en büyük nedeni, alanlarında önemli başarılara imza atan  seçkin Türk Akademisyen ve  Bilim İnsanlarımızdan oluşan “Bilim Kurulu”nun teşkil edilmesi olmuştur. Başka bir deyişle bu  başarılı sonuca, Sağlık Bakanımız Sayın Dr. Fahrettin Koca’nın sergilediği  üstün   “Kriz Yönetimi Stratejisi”nin bilim ve akılla bir araya getirilmesiyle ulaşılmıştır.
      Elde edilen bu başarıya, alınan önlemlere ve uygulamalara bilinçli Türk toplumunun  harfiyen uyum sağladığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz.  Zira, Ulus olarak zor zamanlarda birlik ve beraberlik içinde  olmayı gerektiren bir kültürden geliyoruz.
      Bu sürecin bundan sonraki aşamalarında, şimdiye kadar gösterdiğimiz kararlılık ve duyarlılığın hiç gevşetilmeden ve aksatılmadan devam ettirilmesi gerekmektedir.
      Ülke olarak bu krizi fırsata çevirmeliyiz. Gücümüzü, kapasitemizi gözden geçirme ve eksiklerimizi tamamlama yoluna gitmeliyiz.
      Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur…    

2020 MAYIS DURUM, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


    DURUM
             Değerli Okuyucularımız,
      Zaman zaman medyada yer alan haberlere göre, Ülkemizin Avrupa’da en çok telefon kullanan bir toplum olduğu dile getirilmektedir.
      Ben de dahil olmak üzere toplumumuzun bu telefon çılgınlığı, geniş kitleler tarafından  yadırganıyordu.
      Ne zaman ki bu Korona Virüsü bizi evlerimize hapsetti, işte o zaman bilişim çağının akıllı telefonları hepimiz için psikolojik bir tedavi aracı gibi algılanmaya başlandı.
      Bu stresli dönemde can ciğer olduk akıllı telefon, tablet ve bilgisayarlarımızla.
      Böyle bir teknolojiyle tanışık olmasaydık eğer, çocuklarımız derslerini nasıl yapacaklardı, yöneticilerimiz toplantılarını nasıl gerçekleştireceklerdi. Evlerinde mahsur kalan insanlar, streslerini nasıl atacaklardı?
      Atalarımız ne güzel söylemişler, “Allah bir dert verince, dermanını da beraberinde verirmiş:”
      Her olaydan bir ders çıkarmalıyız. Mümkün olduğunca abartıya kaçmadan…
      Saygıyla…

AHLAT ŞAİRİ AHMET TURAN KAZGÖL'Ü ANARKEN, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


AHLAT  ŞAİRİ  KAZGÖL’Ü ANARKEN
AHMET TURAN KAZGÖL
 Ahmet Turan Kazgöl,  1932 Yılında Ahlat’ın Taht-ı Süleyman Mahallesinde yaşama gözlerini açtı. Ahlat Harabaşehir İlkokulunda başladığı öğreniminin 4.ve 5. sınıflarını Ahlat Ergezen İlkokulunda bitirdi.
      Ahlat Orta Okulunu bitirdi, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’nin 3. Sınıfındayken İzmir Gaziemir Hava Astsubay Okuluna geçiş yaptı.
      Buradan 1954 Yılında mezun olan  A.Turan Kazgöl, başta Diyarbakır, İzmir ve Ankara olmak üzere Türkiye’nin Askeri Hava Üssü olan merkezlerde görev yaptı.
      21 yıl hizmet ettiği Türk Hava Kuvvetlerinde çeşitli başarılara imza attıktan sonra 1975 Yılında emekli oldu. Emekliliğinin ardından Yalova’ya yerleşti. Burada çeşitli özel sektör kuruluşlarında değişik görevlerde bulundu.
      Yüreğini saran Ahlat sevgisi, duygularını şiir olarak kağıt üzerine dökmeye yöneltti. 1990’lı yılların başında yazdığı “Ben” adlı Ahlat şiiri ile edebiyat ve sanat dünyasının dikkatini çekerek büyük bir sükse yaptı.
      Aileden gelen şairlik yeteneği,  derin tarih bilgisi ve Ahlat aşkı ile ardı ardına şiirdeki ustalığını ortaya koyun eserler verdi.
      2000’li yılların başında çok sevdiği torununu küçük yaşta kaybetmesinin ardından büyük bir travma yaşadı. Torunu için yazdığı şiirle ustalığını, kaleme olan hakimiyetini bir kez daha gösterdi.
      Ahmet Turan Kazgöl, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın kurucuları arasında yer aldı. Vakfın gelişmesi, büyümesi için  önemli hizmetlerde bulundu.
      Ahlat eski müftüsü Ali Haydar Aydoğan’ın  kızı Kadriye  Hanım ile evli olan Kazgöl üç çocuk babasıydı.
      Ahmet Turan Kazgöl, son kuşak Ahlat ozanlarından Dervişoğlu Kavalcı Recep’ten sonra Ahlat’ın yetiştirdiği en önemli şairlerden biri olarak gönüllerde taht kurdu.
      “Beni Oraya Götürün”  adlı şiiriyle vefatı halinde Ahlat’ta ebediyete intikalini bir vasiyet gibi dile getiren Ahmet Turan Kazgöl,  küçük yaşta kaybettiği çok sevdiği torunu için yazdığı “Küçük Yolcum” adlı  yürekleri dağlayan şiirinin ardından 25 Mayıs 2002 yılında Yalova’da yaşama gözlerini yumdu. Cenazesi Yalova’da toprağa verildi.
      Rahmet, minnet ve şükranla anıyoruz…