7 Nisan 2020 Salı

DURUM NİSAN 2020 AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


                  DURUM
        Değerli Okuyucularımız,
      Tüm dünyayı olduğu gibi ülkemizi de saran Korona virüsü salgını nedeniyle alınan sıkı önlemler nedeniyle, deyim yerindeyse yaşam durdu neredeyse.
      Tüm sektörler gibi basın sektörü de çeşitli zorluklarla karşı karşıya kaldı.
      Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı da, 27 yıldır aralıksız olarak okuyucusuyla buluşan  Ahlat Gazetesi’nin 233. Sayısını, gerek çalışma arkadaşlarımızın ulaşım koşulları, gerekse teknik nedenlerle çıkaramama gibi bir durumla karşılaştı.
      Çeyrek asrı aşan bu kültür hizmetimizle başta Ahlat ve Bitlis olmak üzere Van Gölü Havzası’nın  değişik sorunlarını gündeme taşıyarak  çözümler üreten bu faaliyetlerimizle geniş bir okuyucu kitlesi ile bağ kurarak yörenin en önemli kültür yayını olma başarısını gösterdik.
      Ahlat Gazetesi’ni en zor koşullarda bile okuyucusuyla buluşturmanın üzerimize düşen bir sorumluluk olduğu bilinciyle zoru başardık.
        Saygıyla…

AHLAT GAZETESİ 233. SAYI... AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


ÇAĞIN 'KIRAN'I
Dünyayı Dize Getiren Çağın Belası
DÜNYA İLK KEZ BÖYLE BİR KÜRESEL SALGINI YAŞIYOR…
  Geçmişte de salgın hastalıklar yaşanmış,  çoğunlukla bölgesel sınırlar içinde kalmış. İçinde bulunduğumuz global dünyada uluslararası ilişkiler o kadar yoğun yaşanıyor ki  bu  tür salgın olaylar doğal olarak bölgesel olmaktan çıkıp küresel bir hal alıyor.
      Yakın geçmişte benzer salgınlar henüz hafızalardan silinmedi. Ancak hiçbiri bu denli dünyayı kasıp kavurmamıştı. Bu kez bilim insanlarının dahi öngörmediği  bir hızla dünyadaki 170 ülkede on binlerin ölümüne neden oldu.
      Ülke olarak bu salgının sonuçları hakkında bu aşamada bir öngörüde bulunmak mümkün değil.
      Ancak, ülkemizi teğet geçip Avrupa’nın gelişmiş ülkelerindeki tahribatı, olayını ciddiyeti  ve boyutları konusunda bir fikir vermektedir.    
      Becerikli ve cevval bir Sağlık Bakanımızın olmasını bir şans olarak değerlendirmeliyiz. Salgın olayının başından beri periyodik olarak sorumluluğunun gereğini başarı ile yerine getirmiştir.  Bu uğurda gece gündüz demeden hizmet veren sağlık personeli ise destan yazmıştır adeta
      Salgının daha çok başındayız, toplumumuzun duyarlılığı, kuşkusuz sonucun olumlu gelişmesini belirleyecektir.
      Dileğimiz ve temennimiz, faturası çok ağır olacak bu belanın bir an evvel defedilmesi, Ülkemizin sağlık, huzur ve refaha  fazla hasar görmeden kavuşmasıdır.

3 Nisan 2020 Cuma

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU,


CENEVRE
Cenevre'den Genel Bir Görünüm ve Dev Fıskiye
Cenevre,  MÖ 120 yılında Germen kavimlerine karşı Romalılar tarafından kurulmuş olup, İsviçre’nin en büyük gölü olan Leman Gölü kıyısındadır.  Sırtını  Alplere dayamış, Zürih’ten sonra ülkenin ikinci büyük kentidir. 
      Cenevre’de genellikle Fransızca konuşulmaktadır. Fransızcanın yanı sıra Almanca, İtalyancanın yanında, dünyanın her yerinden buraya gelen bürokrat ve yöneticilerin  İngilizce konuştuklarını  belirtmeliyiz.
      Cenevre’nin yüzölçümü  çok büyük olmamasına karşın içinde çok büyük değerler barındırmaktadır. Dünyanın orta ölçekli en güzel, temiz, rahat, sakin şehirlerinden biridir.
      4000 yıllık tarihin, kültürün, bilimin ve doğa güzelliğinin buluştuğu, tadına doyulmayacak kadar güzel bir şehirdir.
      Uluslararası kuruluşların merkezi olarak bir  dünya şehri haline gelmiştir. 365 günde 1000 civarında uluslararası toplantının Cenevre’de yapıldığını öğrendiğimde bayağı şaşırmıştım.
      Kentin hemen her yerinde her cinsten ve her ulustan  insanı meraklı gözlerle çevreyi tanıma telaşı içinde görünce durumun  gerçek olduğunu anlamak mümkündü.  Boyunlarında resmi görevli olduklarına dair kimlik bilgilerini gösteren yaka kartlarını telaştan mı  yoksa görevli oldukları bilinsin diye mi  taşıdıkları gerçeği bir başka  yönüyle gözler önüne seriyordu.
      Çok önemli organizasyonları ev sahipliği yapan Cenevre yılın her mevsiminde turistlerle, devlet adamlarıyla, bürokratlarla, sanatçılarla dolup taşmaktadır.
      Büyüleyen tarihi binaları,  heykellerle dolup taşan uçsuz bucaksız  parkları, müzeleri lüks mağazaları, saatleri, çakıları, çikolataları, peynirleri ile ünlüdür. Ayrıca 140 metre  yükselebilen fıskiyesi ve 6.500 çiçek türünden yapılmış Çiçek Saati görenleri hayran bırakacak güzelliktedir.
      Leman Gölü kıyısından kalkan gezi tekneleri ile doğanın eşsiz güzelliğini görmek mümkün.
      1980 yılının başlarında bir görev nedeniyle gideceğim Cenevre’de bu saydığım güzelliklerle karşılaşacağım aklımın köşesinden dahi geçmemişti.
      İlk kez yurt dışına çıkıyordum. Devletin bana verdiği kırmızı  Diplomat Pasaportu ve mütevazi miktardaki harcırahımla, Yeşilköy  Hava Limanında uçağın merdivenlerine tırmanırken heyecandan tir tir titriyordum. Devletin verdiği bu harcırahla ucu ucuna ancak otelin ücretini verebiliyorduk. Başka bir  harcama yapacak  durumda değildik.
     
Dünyaca Ünlü Çiçek Saatin Önü
Cenevre hava alanına indiğimde Ankara’dan tanıdığım bir Dışişleri  Bakanlığı görevlisi karşıladı. Doğruca Otel Terminus’a götürüp yerleştirdi. Otel çok ucuz bir otel değildi, Ancak benden önce gelen ekibimizdeki diğer görevliler buraya yerleştirilmişlerdi. Daha ucuz bir otele geçebilir miyiz diye sorduğumda, Dışişleri Bakanlığı görevlileri iki nedenle bunun pek uygun olmayacağını belirtiyorlardı. Birincisi güvenlik nedeniyle ekibin toplu olarak bir arada bulunmasının yararlı olacağı, ikincisinin  ise Türk Delegasyonun daha  ucuz otellerde konaklaması, Ülkemizin imajına zarar verebilecek bir husus  olarak gösteriliyordu.
      O yıllarda Türkiye’de AVM’lerden söz etmek mümkün olmadığı için, Cenevre’deki AVM’ler oldukça ilgimizi çekiyordu. Ne zaman boş bir vakit bulsam kendimi en yakın AVM’ye atıyordum. Hiç bir şey alamıyor olsam da o mekanlarda gördüğüm ürünler şaşkınlığımı artırıyordu.
      Türkiye’de görmediğim çift hoperlörlü bir radyo-teyp görmüştüm. Gümüş renginde, ışıl ışıl parlıyordu, bir türlü gözümü ondan alamıyordum Bütçem onu almaya yetmiyordu, başında durup dakikalarca inceliyor, kurcalıyordum.
      Bir anda alarm zilleri çalmaya başladı, ne olduğunu anlayamadım, yerimden kımıldamadan bekliyordum. Bir süre sonra güvenlik görevlileri etrafımı sardılar. Şaşkın şaşkın onlara bakıyordum.
Benim şaşkınca onlara baktığımı görünce onlar da şaşırdılar, benim tehlikeli ya da şüpheli bir hareketimin olmadığını ve soğukkanlı olarak onlara baktığımı görünce, çok mahcup oldular.  Bana hiçbir şey söylemeden etrafımdan çekilip uzaklaştılar.
      Üstelik günümüzdeki teknolojik gelişmeler olmadığı için tüm ürünleri bir zincirle birbirlerine bağlamışlardı. Zincirle bağlı bir ürünü çalabilecek biri olmadığımı anlamışlardı sanırım.
      Bir şey yapmamıştım ama, bir ürünün başında gereğinden fazla bekleyerek kuşkulu bir ortam yaratmıştım herhalde. Sakin ve soğukkanlı bir biçimde orayı terk ettim ve bir daha da  o mağazaya uğramadım.
      Cenevre’nin kenar mahallelerinden birinde bir Türk Lokantası olduğunu öğrenmiştik. Bir gün, Heyette bulunan Çalışma Bakanlığı temsilcisi Ahmet Kapısız Bey ile bu lokantayı bulmak için yıllara düştük. Sora sora bulduk, küçük ve şirin bir yerdi. Mönüde “Pastırmalı Kuru Fasülye” vardı. Ben Türkiye’de bu yemeği hiç tatmamıştım, adını bile ilk kez duymuştum. Merak ediyordum, yanında pilav ve turşu da vardı.
      Otele döndüğümüzde durumu biraz abartarak Heyetteki diğer arkadaşlara anlattık. Ertesi gün, herkes bu lokantanın yolunu tutmuş, döndüklerinde  çok beğendiklerini ballandıra ballandıra anlatmışlardı.
      Yemek konusu en çok canımızı sıkan husustu. O yıllarda Türkiye’de olmayan hamburger en kolay ulaştığımız, en ekonomik yiyecekti. Ne var ki, her gün hamburger yemekten de bıkkınlık gelmeye başlamıştı. O zamanlarda da tavuklu mönüleri tercih ediyorduk.
      Cenevre’nin fevkalade güzel bir iklimi vardı. O dönemde henüz “Küresel Isınma” belası ile tanışık değildik. Cenevre’nin zümrüt gibi yemyeşil alanları beni hayran bırakmıştı. Nasıl yeşil olmasın ki, 15-20 dakikada bir hızlı bir biçimde yağmur bulutları semayı kaplıyor, birden sağanak yağmur başlıyordu.
      Herkes saçak altlarına sığınıyor ve çok geçmedin yağmur bulutları yerini güneşe bırakıyordu. Bu durum 1-2 saat sonra aynen tekrar ediyordu. Bu kadar yağmur alan bir kentte, hiçbir su birikintisi, taşma ya da ıslaklık görmek mümkün değildi. Bu yüzden kentin cadde ve sokakları pırıl pırıldı. Yerlerde bir çöp, ya da bir izmarit görmek mümkün değildi.
      İsviçre’nin bir “Polis Devleti” olduğuna dair bilgiler alıyordum. Polis devleti denince kentin her yanının polisle sarılmış olabileceğini sanıyordum. Bu düşünceyle çevremde bu durumu gözlemeye başlamıştım. Cenevre’de bulunduğum süre içinde, kent merkezinde hiçbir polis ile karşılaşmadım, hiçbir  karakol görmediğimi belirtmek isterim.
      Bir binanın önünde polis motosikletine benzer bir araç duruyordu, buranın bir polis karakolu olabileceğini düşünüyordum. Dikkatle izledim, hiçbir tabela ya da yazı yoktu ve camlar aynalı olduğu için içerisi de görünmüyordu. Kesin bir kanıya varamadan oradan ayrıldım.
      Saat ve ziynet eşyası satan lüks mağazaların görkemli vitrinlerinin korunması için kepenklerinin olmadığını hayretle görmüş, bir anlam verememiştim. Sonradan öğrendim ki;  kalın vitrin camlarının içinde gözle görünmeyecek kadar ince bir elektronik şerit vardı. Bu şeride bir temas olması halinde anında polis alarmı devreye giriyormuş. Bu konuda ise polis son derece seri  hareket ederek olaya müdahale ediyormuş.
Cenevre'nin  Heykellerle Bezenmiş Uçsuz Bucaksız Parkları  
      Bir gün, yağmurdan korunmak için bir saçak altına sığınmıştım. Bir anda yanımda üstü başı pek düzgün olmayan biri belirdi. Kıyafetinden Türk olabileceği düşüncesiyle Fransızca  nereli olduğunu sordum. Soruma yarım yamalak Türkçesiyle yanıt vererek  Lübnanlı olduğunu söyledi. Az da olsa Türkçe biliyor olması ilgimi çekmişti. Konuşmaya başladık, ne iş yaptığını, ne kadar süredir burada olduğunu sordum. Güven vermeyen yanıtlar veriyordu, anlamakta zorlanıyordum.
      Birden cebinden bir bizim Ülkemizde çokça kullanılan ve benim bildiğim bir “Tütün Tabakası” çıkardı, açıp bana içindeki  sarı kehribar gibi  “Bitlis Tütünü”nü gösterdi. Bilmiyormuş gibi davranarak bunun ne olduğunu sorduğumda verdiği cevap çok ilginçti. Tabakanın içindeki  tütünün “esrar” olduğunu söyledi. Ben o yaşıma kadar esrar nedir görmemiştim ama, “Bitlis Tütünü”nü’ çok iyi biliyordum. Bana tütünü esrar diye yutturması bir tuzak mıydı yoksa, gerçekten öyle mi sanıyordu, anlamam mümkün olmadı.
      Bir süre konuştuktan sonra bana, “Ben şimdi gidiyorum, yarın burada aynı saatte buluşalım,  bir yerlere gideriz, orada ilginç şeyler var.” dedi, ayrıldık. Ertesi gün aynı saatte, aynı yeri başka bir açıdan görecek şekilde uzaktan gözetlemeye başladım. Kimsecikler ortalarda yoktu, bir süre bekleyip oradan ayrıldım.
      O gün için fazla bir önem arz etmeyen bu olayın bir tesadüf olamayacağı kanısına vardım. Bunun bir istihbari yönünün  olabileceği aşağı yukarı belli oluyordu. Ancak, bu girişimin kimin tarafından yapılabileceği konusunda bir  kanıya varamadım.
      Cenevre’de dikkatimi çeken şeylerden birisi de Leman Gölü’nün altına yapılan kapalı otopark olmuştu. Gölün çevresinde dolaşırken, araçların tünel görüntüsü veren bir  geniş bir girişten girdikleri dikkatimi çekmişti. Önce bunu tünel zannettim, meraklı gözlerle yaklaştım, girişte bir bariyer olduğunu gördüm. Sonra karşı duvarda otoparkın katlarını gösteren panoyu görünce, anladım buranın bir yeraltı otopark olduğunu.
      Gölün altına  otoparkın yapılabileceği bir teknolojiden haberdar olmadığım için hayretle karşılaşmıştım.
      Cenevre sokak ve caddelerini gezerken elimde o gün için  en iyilerden olan Minolta marka bir fotoğraf makinası vardı. Her yerin, her şeyin resmini çekiyordum. Bir gün nasıl olduysa fotoğraf makinesinin kapağı kendiliğinden açılmış ve bütün fotoğraflar ışık almış.  Çektiğim bütün resimlerin üzerinde hafif ir ışık hüzmesi, çok canım sıkıldı. Aynı resimleri bir kez daha yeniden çekmem maalesef mümkün olamadı.
      Ankara’ya  döndüğümde,  ağaçlarda ve bitkilerde gördüğüm yeşil rengin Cenevre’de gördüğüm canlı, diri, ve parlak yeşil renkten  çok farklı olduğunu gördüm. Bunun nedenini anlamak zor değildi. Cenevre’deki yeşil doğanın bahşettiği bereketli yağmurlarla tüm yeşillikler birkaç saatte bir yıkanırken, Ankara’daki yeşil ise, doğalgazı olmadığı için zorunlu olarak kullanılan kömürün doğaya saldığı is ve tozun bir yağmur gibi yeşilin  üzerine yağmasının sonucuydu.
      Bu durum aynı zamanda gelişmiş bir ülke ile gelişmekte olan bir ülke kentleri  arasındaki farkın bir göstergesiydi.
      Ankara’ya döndükten sonra yolumun bir gün tekrar Cenevre’ye düşeceği hayaliyle yıllarca avundum. 40 yıl oldu, umudumu kaybetmedim…