30 Aralık 2019 Pazartesi

MUTLULUĞUN RESMİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

MUTLULUĞUN RESMİ
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? 
İşin kolayına kaçmadan ama 
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil. 
Ne de ak örtüde elmaların, 
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini.
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
Nazım  Hikmet
Iki Aralık 2019 Pazartesi günüydü. Her zaman olduğu gibi, kahvaltımı yaptıktan sonra evden çıkıp Kızılay’daki işyerime gitmek üzere 4,5 kilometrelik yolu yürümeye koyuldum. Kafamdaki binbir türlü sorunu bu bir saatlik bir yürüme sürecinde tek tek değerlendirerek bir planlama yapmayı düşünüyordum.
      Hem 2019 yılı bitiyordu,  geride kalan 11 aylık sürecin, iyisiyle kötüsüyle bir değerlendirmesini yapmak gerekiyordu. Ayrıca 2019 yılının son ayı olan Aralık ayının ilk iş gününde önümüzdeki günlerin çok iyi değerlendirilebilmesi için neler yapılabileceğinin bir muhasebesini yapmak istiyordum. Yol boyunca bunları düşünecek, kendimce bazı planlamalar yapacaktım.
      Tam yola çıkmıştım ki, telefonumun çaldığını duydum, cebimden çıkarıncaya kadar, çok çalmış olmalı ki kapandı. Numaraya baktım, çok değişik geldi bana. Son zamanlarda telefon dolandırıcıları sık sık arar olmuşlardı. Onlardan biri olabilir mi diye aklımdan geçirdim. Fakat onlara alışmıştım, onlar beni dolandırmaya çalışırken ben onlarla alay etme deneyimi kazanmıştım artık. Açtıklarına pişman ediyordum onları, karşılarında kandırabilecekleri biri olmadığını anlayınca “şak” diye kapatıyorlardı.
      Bir yandan da merak ediyordum, ya gerçekten önemli bir telefon olursa… Kafamdaki karmaşık sorunlardan bir an uzaklaşabilir miyim düşüncesiyle,  arayan numaranın üzerine hafifçe dokundum.  Hemen açıldı, gür bir ses:
      -Alo!.. İlhami sen misin?
      -Evet, benim, buyurun.
      -Ben Mümtaz.
      Mümtaz Bayazıtoğlu. 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Trakya’da Yunan Cephesi’nde  olası Yunan saldırısına karşı  Vatanımızı birlikte  savunduğumuz Üsteğmen. 
      Tam 46 yıl oldu, birbirimizi unutmadık.  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde uzun süre başarılı hizmetlerin altına imzasını attı.
      O şimdi Emekli Albay olarak ülkenin sorunları ile ilgili olarak değişik yayın organlarında güncel  konularda yazılar yazan, kitaplar çıkaran bir Yazar. Yaşamını çok sevdiği Karadeniz Bölgesi’nde  sürdürüyor.
      -Günaydın, Komutanım, nasılsınız?
      Soruma yanıt vermeden konuya doğrudan hızlı bir giriş yaptı.
      -İlhami, Cumartesi günü akşamı, beni  şiddetli bir öksürük tuttu. Bir türlü yakamı bırakmıyor. Ne yaptımsa kurtulamadım. Geceyi zor geçirdim, ertesi gün de Pazar olduğu için doktoruma ulaşamadım. Bilgisayarımda gelen iletilere bakarak oyalanmaya çalışıyordum. Bu arada  Ahlat Gazetesi’nin yeni sayısı gelmişti, onu okumaya başladım.
      Sağlık sayfasında “Öksürük” ile ilgili bir yazı vardı, okudum, önerilen karışımı aynen yaptım. Öksürüğüm anında geçti. Onun için kalkar kakmaz seni arıyorum. Teşekkür etmek için.
      Ne diyeceğimi şaşırdım, bir an benimle dalga mı geçiyor, ya da şaka mı yapıyor diye düşündüm. Kendimi çabuk toparladım, kahkahayı patlattım.
      -Komutanım, demek ki yazdıklarımız okunuyormuş, buna sevindim. Ayrıca yazdıklarımız işe de yarıyormuş. Ne mutlu bize. Teşekkür edip, sağlık dileklerimi belirtip, telefonu kapattım.
      Yüzümdeki gergin ifade yerini  gülümseme ile değiştirdi. Adımlarım daha sağlam yere basmaya başladı. Kafamdaki bin bir düşünce yerini mutluluğa, umuda bıraktı. Eve döndüğümde “Öksürük” ile ilgili yazıya yeniden baktım. Burada altını çizdiğim ifadelerin gerçekle örtüşmesi içimi ısıttı.
ÖKSÜRÜK
      Boğazınızda gıcıklanma varsa, hasta olacağınızı hissediyorsanız, bir fincan sıcak suya:
2 Yemek kaşığı bal, 2 yemek kaşığı sirke, bir tutam tarçın, 2 yemek kaşığı limon suyu koyup karıştırın.
Bunu içtikten bir saat sonra şikayetleriniz geçer.
      Değerli okuyucularımız, sizler için pratik bilgiler sunduk. Bunların çoğunu siz zaten biliyorsunuz.
      Bir bilmeyene sesimizi duyurabilirsek bile bu bizi mutlu eder.
      Sağlık var oluşumuzun en önemli unsurudur. Sağlıklı olmalıyız ki toplumuza yararlı olabilelim.
      Sağlıkla ve saygıyla kalınız…
Abidin Dino
      Düşündüm, hani Nazım Hikmet, arkadaşı ünlü ressamımız Abidin Dino’ya Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? diye  sormuş ya!.. Peki!.. Ya benim mutluluğumun, benim mutluluğumun resmi yapılabilir mi? 
      Aynen Abidin Dino’nun Nazım Hikmet’e verdiği yanıtta belirttiği  gibi ben de yapılamayacağını anladım.
      Zaten Abidin Dino da Nazım Hikmet’in dediğini yapmamış ki.  Yıllarca herkes,  bir piyasa ressamı olan Dianne Dengel’in yaptığı çatısından su damlayan evin aile bireylerinin rüyalarındaki gülümser halini  gösteren  bir tabloyu Abidin Dino’nun yaptığını zannetmiş.
      Abidin Dino, bunu bildiği için Nazım Hikmet’e bu şiiri ile yanıt vermiş.
      Kokusu buram buram tüten
      Limanda simit satan çocuklar
      Martıların telaşı bambaşka
      İşçiler gözler yolunu.
      İnebilseydin o vapurdan
      Ayağında Varna’nın tozu
      Yüreğinde ince bir sızı.
      Mavi gözlerinde yanıp tutuşan
      Hasretle kucaklayabilseydim
      Seninle, bir daha.
      Davullar çalsa, zurnalar söyleseydi
      Bağrımıza bassaydık seni Nazım,
      Yapardım mutluluğun resmini
      Başında delikanlı şapkan,
      Kolların sıvalı, kavgaya hazır
      Bahriyeli adımlarla düşüp yola
      Gidebilseydik meserret kahvesine,
      İlk karşılaştığımız yere
      Ve bir acı kahvemi içseydin.
      Anlatsaydık
      O günlerden, geçmişten, gelecekten,
      Ne, günler biterdi,
      Ne geceler…
      Dinerdi tüm acılar seninle
      Bir düş olurdu ayrılığımız,
      Anılarda kalan.
      Ve dolaşsaydık Türkiye’yi
      Bir baştan bir başa.
      Yattığımız yerler müze olmuş,
      Sürgün şehirler cennet.
      İşte o zaman Nazım,
      Yapardım mutluluğun resmini
      Buna da ne tual yeterdi;
      Ne boya…
      02 Aralık 2019 günü yaşadığım bu mutlu tablo ile Ankara’nın sokaklarında anın tadını çıkarıyordum. Ankara’nın en kalabalık yerlerinden Sakarya Caddesi üzerinde  Ankara eski Valisi ve bir dönem Emniyet Genel Müdürlüğü görevinde bulunan Saffet Arıkan Bedük ile uzaktan göz göze geldik.
      Saffet Arıkan Bedük,  80’li yılların başında Özal Hükümeti tarafından Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü görevine atanmıştı. Bitlis kökenli olup, Siirt doğumluydu.
   
Özal döneminde göreve gelmiş olmasına karşın darbe Hükümeti tarafından görevinden alınmamıştı.
      Bu makamda uzun süre görev yaptıktan sonra Özal Hükümeti’nin kurulmasıyla bir süre Ankara Valiliği, Antalya Valiliği görevlerinde bulunmuş, ardından da Emniyet Genel Müdürlüğü görevine getirilmişti.
      Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü görevinde bulunmuş olması nedeniyle mevzuat bilgisi ve donanımı yüksek düzeydeydi. Bu avantajıyla Emniyet Genel Müdürlüğü’nün çözülemeyen bir çok sorununu kısa sürede sonuçlandırmış camiada büyük bir saygınlık ve itibar kazanmıştı.
      Son dönemlerde  Ankara’da Vali ve Kaymakamların üyesi olduğu “İdareciler Derneği’nin Başkanlığını yürütüyor. Bu Derneğe de bazı yenilikler getirdiği biliniyor.
      Kısa Kıssa Öyküler III kitabımda yer alan “Hasan Celal Güzel” başlıklı bölümde adı sıklıkla geçiyordu. Bir gün “Anadolu Kulübü”nde karşılaştığımızda kendisine kitapta adından bahsedeceğimi söylemiş, iznini almıştım.
      Bu nedenle kitap çıktıktan sonra bizzat kendisine götürerek, adının geçtiği bölümle ilgili görüşlerini, varsa eleştirilerini belirtmesini rica etmiştim. Bu nedenle sonucu merakla bekliyordum.
      Beni gördüğünde gözlerinin içi parladı. Birlikte olduğu guruptan ayrılarak hızla bana doğru ilerledi ve peş peşe bana  övgü dolu sözler sıraladı.   Ben bir anlam veremedim ama, belli ki  bir memnuniyetin sonucuydu. Ancak kitaptan hiç söz etmiyordu. Bu durum da benim merakımı artırıyordu.
      Konuşmama fırsat vermiyordu, araya girerek “Kitabı Okudunuz mu?” diye sorabildim ancak. Yanıtı kısaydı, “Okudum”la yetindi.
       Bu yanıt benim için yeterli değildi kuşkusuz, ikinci soruyu yönelttim, “Eleştiriniz yok mu?”  gene kısa yanıtlayıp, ayrıldığı guruba yetişmek için adımlarını hızlandırdı.
      Uzaklaşırken geriye doğru şöyle sesleniyordu: “Hayır, eleştiri yok, her şey çok güzel olmuş, eline sağlık, sana sağlıklı günler diliyorum.”
      02 Aralık 2019 günü başlangıcı ve bitişiyle benim için özel, güzel ve mutlu bir gün olmuştu.

31 Temmuz 2019 Çarşamba

SELBİ  HOCA’NIN RÖNOSU
Selbi Hoca’yı ilk tanıdığımda Bitlis Lisesi’nde öğrenciydim. O da Bitlis Kazım Paşa İlkokulu’nda
Mercedes değildi ama, bizim için daha değerliydi
öğretmen olarak görev yapıyordu. Dayım kızı Ayten Akpolat’ta aynı okulda öğretmen olarak görev yapıyordu. İkisi görev yaptıkları okula çok yakın bir evde kalıyorlardı. Arada bir beni evlerine yemeğe davet ederlerdi. Yaptıkları lezzetli yemeklerin tadını hep birlikte çıkarırdık. Geç saatlere kadar birlikte vakit geçirir, ilerleyen saatlerde çok yakındaki öğrenci evime dönerdim.
      O dönemlerde Selbi Hoca bekardı, ancak yasak bir aşk yaşadığı biliniyordu. Evli bir erkeğe aşık olmuştu, daha sonraları, aşık olduğu erkek eşinden ayrılmış, Selbi Hoca ile evlenmişlerdi. Biri erkek üç çocuk sahibi olmuşlardı.
      Bu evlilik Ahlat’ta bir ilkti, Selbi Hoca, aşkının peşinden koşacak  kadar yürekli ve cesur bir kadın olduğunun Ahlat’taki ilk örneği olarak dikkatleri üzerine çekiyordu.
      Çünkü o dönemde aşk sözcüğünü  telaffuz  etmek bile ayıp ve yakışıksız bulunuyordu. Aşk yaşamak, aşık olduğu insanla evlenmek gibi kavramlar çevrenin baskısı karşısında ağza alınmayacak kadar abes ve edep dışı sayılırdı.
      Tüm bu baskıcı yaklaşımlara karşın yasak aşklar yaşamın bir parçası olarak devam ediyordu. Tıpkı onlarda olduğu gibi, onlar “Gönül Ferman Dinlemez” deyiminin cesur ve yürekli bir örneğini sergilemeyi göze almışlardı.
      Uzun ve mutlu yıllar geride kalmıştı,  çocukları büyümüş iş güç sahibi olmuşlardı. Selbi Hoca’nın eşi Yaşar Bey’in,  son dönemlerde bazı sağlık sorunları ortaya çıkmıştı. 
      Tedavi için Ankara’ya gelmişlerdi,   Gazi Üniversitesi’nin Gölbaşı Hastanesi’nde tedavi görüyordu. O dönemlerde, ulaşım olanakları çok elverişli olmadığı için Yaşar Bey’i ziyarete gitmek kolay olmuyordu. Bizim ise  külüstür bir Volsvagen arabamız olduğu için, fırsat bulduğumuz zamanlarda onları ziyarete gidiyorduk.
Bu ziyaretlerimizden gerek Yaşar Bey, gerekse Selbi Hoca çok mutlu olduklarını ifade ediyorlardı. Bir süre sonra tedavi sona erdi, Yaşar Bey ve  Selbi Hoca Ahlat’a döndüler.
Aradan uzun bir süre geçmişti, ben de annem ve babamı kaybettikten sonra bir fırsatını bularak mezarlarını ziyaret etmek için Ahlat’a gitmiştim.
Bana ilk hoş geldin ziyaretine Selbi Hoca gelmişti. Yaşar Bey’in hastalığı sırasında onları hastanede ziyaret etmemizden ötürü memnuniyetini dile getiriyordu.
Benim birkaç gün Ahlat’ta kalacağımı öğrenince ısrarla arabaya ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. İhtiyacım olmadığını belirtip, bu nazik düşüncesi için teşekkür etmeme karşın ikna olmamış, arabasını getirip evin önüne koyduktan sonra da  anahtarını bırakıp gitmişti.
Bir gün boyunca arabaya hiç dokunmadık, öylece durdu kapının önünde. Ertesi gün götürüp iade edelim diye düşünüyorduk ki kardeşlerimden birisi ayıp olur, şöyle bir tur atıp öyle götürüp verirsiniz deyince bu fikir akla yatkın gelmişti.
Ben ve erkek kardeşim de bu düşüncelerle arabayı götürüp teslim etmek için binip Selbi Hoca’ya doğru yola çıktık.
Bir ara nasıl olduysa yönümüz Adilcevaz’a doğru denk gelmişti, tam o sırada acaba Adilcevaz’a kadar gidip gelsek mi diye aklımdan geçti.
      Gayri ihtiyari olarak, Adilcevaz’a doğru ilerlemeye başlardık, yol çok güzeldi ve sakindi. Van Gölü ve çevre manzarası gönlümüzü çeldi, buraya kadar gelmişken, acaba Erciş’e kadar gidip oradaki akrabalarımıza bir merhaba desek mi diye düşünmeye başladık,  aklımıza yattı ve yola devam ettik.
Bir süre gittikten sonra, inişsiz, yokuşsuz, cetvel gibi dümdüz bir yola gelmiştik,  asfalt güzel ve yol bomboştu. Birden içimden hafifçe gaza dokunmak geçti, süratimiz artmıştı.  Bir ara hız kadranına göz attığımda 140 kilometreyi gösteriyordu, hiçbir sorun yoktu ve keyifle yolumuza devam ediyorduk.
Bir anda biraz ilerimizde yolun üzerinde bazı kabarıklıklar gözüme takıldı, dikkatle baktığımda yolu kapatacak biçimde kocaman kaya parçalarının dizilmiş olduğunu gördüm.
Taşların rengi ile asfaltın rengi birbirine yakın olduğu için uzak mesafeden görememiştim. Sürat fazlaydı, mesafe kısaydı, firen yapamazdım, zorunlu olarak kayalara  çarpmak kaçınılmazdı, ancak bunu da bilinçli yapmak gerekiyordu.
Çünkü  kayayı ortalayarak çarpacak olsam aracın motor aksamında daha büyük bir hasara sebep olabilirdi. Bunu önlemek için bir tekerleğin taşa denk geleceği bir şekilde çarpmanın daha uygun  olacağını düşündüm ve öyle yaptım.
Kaya parçasına çarpan araç havaya fırladı, bir süre  sol tekerlek üzerinde ilerledikten sonra güm diye asfalta çakıldı. Lastik patladığı, cant  içine çöktüğü için bir süre asfalt üzerinde sürüklendikten sonra gürültü patırtı içinde durdu.
Şok ve panik içindeydik, bir anda olup bitenleri kavrayamıyorduk. Tüm bunlar olup biterken aklımı meşgul eden bir başka sorun vardı. Bu bir terör olayı mıydı, yoksa başka bir şey miydi kestiremiyordum.
Kuşkuyla  ve korkuyla arabadan inmeden çevreyi kontrol ettim, bir süre sessizce dinledim, dikkat çeken bir şey olmadığını anlayınca usulca arabanın kapısını açıp adımımı  dışarı attığım anda yolun kenarından bir çocuğun oturduğu yerden kalkarak ileride görünen köye doğru hızlıca koştuğunu gördüm.
      Küçük te olsa bir ipucu yakalamıştım en azından, hiçbir şey düşünmeden çocuğun peşine düşüp kovalamaya başladım. Aradaki mesafe  çok fazla olduğu için çocuğa ulaşabilmem mümkün değildi. Köye doğru koşarak gözden kaybolmuştu.
      Yeniden arabanın başına dönüp meydana gelen hasarı incelemeye ve bu belayı nasıl atlatacağımızı düşünmeye başladım.
      Arabanın  sağ ön lastiği parçalanmış, cant içine çökmüştü. Kaynar sular başımdan aşağıya döküldü, büyüklerimin bana öğütleri vardı, kimsenin arabasını almayacaksın diye, bu öğüde karşın nasıl oldu da bu hataya düştüm, kendimi affedemiyordum.
      Şok geçiren kardeşim de arabadan indi, anlamsız ifadelerle birbirimize bakıyorduk, bölgenin hassasiyeti nedeniyle bunun bir terör hareketi olup olmadığına dair net bir fikir sahibi olamıyorduk. Çünkü teröristlerin bu eylemi bu çocuğa yaptırabilecekleri olasılığı göz ardı edilemezdi.
      Önce aklımıza uzak mesafeden yapılacak bir silahlı saldırı olasılığı geldi, bir eylem olmayınca psikolojimiz biraz düzelmeye başladı.
      Fazla oyalanmadan bu ortamdan kurtulmamız gerektiğini düşünüyorduk. Telaşla arabanın bagajını açıp, stepne olup olmadığını kontrol ettim. Aceleyle stepneyi indirip, telaşla tekeri değiştirip, yeniden Erciş’e doğru yola koyulduk.
      Korku ve heyecan içinde, yapmış olduğumuz hatanın başımıza açtığı belayı düşünerek Erciş’e geldik, ilk işimiz bir oto tamircisine gitmek oldu.
      Yeni bir cant ve lastik satın alıp,  arabaya taktıktan sonra stepneyi yerine yerleştirdik. Bu sevimsiz olayı yaşadıktan sonra, Erciş’e gelmiş olmaktan bir haz duyamayacağımızı anlamak zor değildi.
      Tek düşüncemiz, bir an evvel  Ahlat’a geri dönüp emaneti sahibine teslim etmekti, başka bir kaygımız yoktu.
      Ahlat’a döndüğümüzde vakit biraz gecikmiş, hava kararmıştı. Selbi Hoca’nın evinin zilini çaldığımızda, ne diyeceğimizi bilemiyorduk, süt dökmüş kedi gibi sus pus olmuştuk.
      Bin bir teşekkürle anahtarı uzattığımızda, şiddetle itiraz ediyordu, bir türlü anahtarı almıyor, ne zaman işimiz biterse o zaman kendisinin arabayı aldırtacağını söylüyordu.
      Israrla anahtarı uzatıp, bir an evvel oradan ayrılmak istiyorduk. O ise bizi içeriye davet ediyordu, ısrarlara rağmen vedalaşıp ayrıldık.
      Birkaç gün daha Ahlat’ta kaldım, Selbi Hoca ile bir daha karşılaşamadık. Ama merakımızı da bir türlü gideremedik.
      Acaba bu üzücü olaydan haberdar olmuş muydu? Bunu bilemiyorduk. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın hala bir fikir sahibi olmuş değiliz.
      Selbi Hoca’nın Ankara’da yaşayan Gül ve Gonca adlarında iki kızı var, bunlar iş güç sahibi başarılı insanlar. Gonca ile hiç tanışma fırsatımız olmadı.
      Gül Hanım ile bir ara Ahlat Belediyesi ile ortak bir AB Hibe Projesi üzerinde çalışma fırsatımız oldu, bu konularda deneyimli. Bu görüşmelerimiz sırasında Selbi Hoca’nın Ankara’ya gelip gelmediğini sormuştum. Arada bir geldiğini söylemişti. Kimi zaman sağlık sorunları için Ankara’ya geliyormuş.
      Geldiği zamanı takip edip, Ahlat’ta bana gösterdiği zarif davranışın karşılığı olmasa da, hiç olmazsa bir yemeğe götürüp, ona olan teşekkür borcumu yerine getireyim istiyordum.
      Bu arada lütfedip bana uzattığı bu sıcak elin sahibinin canını sıkıp sıkmadığımı da öğrenebilirim diye umut ediyordum. Ne var ki, günlük meşgaleler buna bile fırsat tanımıyordu.
      Selbi Hoca’nın bir de erkek kardeşi vardı, adı Mehmet, oldukça yetenekli birisiydi. Öğretmendi, ancak yeteneği mesleğinin önünde gidiyordu.
      60’lı ve 70’li yıllarda adını destanlaştırmıştı. Bir yandan oynadığı futbol ile Türk Futbolunun unutulmaz ismi “Şeytan Rıdvan” gibi “Tilki Mehmet” lakabıyla Ahlat Aktaşspor Kulübünü başarıdan başarıya taşıyor, diğer yandan  Türk Tiyatro Tarihi’nin efsane ismi Münir Özkul’a Anadolu’nun tarihi bir kentinde ben de varım dercesine  Ahlat insanının unutamayacağı başarılı bir performans sergiliyordu.
      Mehmet Akyıl Hoca’nın bu renkli yaşamı “Tilki” başlığı altında Ahlat Gazetesi’nin değişik sayılarında yayımlandı. Ahlat’ın yetiştirdiği bir değer olarak gelecek kuşaklara taşınmasına vesile olduğumuz için bir sorumluluğu yerine getirmiş olmanın huzuru içindeyiz.
      Selbi Hoca, bir dönem de politikayla ilgilendi. Politikanın  ona eşinden kalan bir  miras olduğunu düşünüyor olmalıydı. Zira eşi Yaşar Bey, uzun yıllar politikanın içinde olmuştu.
       Bir siyasi partinin İlçe Başkanı olarak bir süre hizmet etti. Elini ve yüreğini cesaretle taşın altına koyuyordu. Bu yaklaşımı ile de, yörede bir ilki gerçekleştiren cesur ve  yürekli “Türk Kadını” profilini sergiliyordu.. 
      Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği yolda yürüyerek, başta Ankara kulisleri olmak üzere politik ortamlarda ilgi gördü ve büyük sükse yaptı. 
      Ne var ki,  o dönemde yöre insanı bu demokratik gelişmeyi içine sindirecek homojen yapıyla henüz buluşmamıştı.
      Selbi Hoca’ya sağlık mutluluk diliyor, hizmetlerinden dolayı teşekkürlerimizi sunuyoruz.

18 Haziran 2019 Salı

KISA KISSA ÖYKÜLER III AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


İLHAMİ NALBANTOĞLU’NDAN
KISA KISSA ÖYKÜLER III
                              KİTABI
      Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın kurucu Başkanı İlhami Nalbantoğlu’nun çıkardığı “Öykü Serisi”nin 3. Kitabı “Kısa Kıssa Öyküler III” Haziran ayı başından itibaren kitapçı raflarında yerini aldı.
     2012 yılında yayımlanan serinin birinci kitabının ardından ikincisi 2015 yılında yayımlanmıştı. 2019 Haziran ayı başından itibaren okuyucusuyla buluşan ve  158 sayfadan oluşan “Kısa Kıssa Öyküler III” kitabında yazarın 21 öyküsü yer buldu.
      Yazar, kitabın önsözünde amacını şu ifadelerle dile getirmektedir.
      “Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı 18. yayını olan ‘Kısa Kıssa Öyküler III’ adlı bu kitabıyla bu güne kadar yayımlamış olduğu 15 değişik kitabın dışında yeni ve farklı bir alana adım atmaktadır.
      Yayın hayatının 26. Yılına girmekte olan Vakfımızın yayın organı ‘Ahlat Gazetesi’nde başlangıçtan günümüze kadar yayımlanmış olan öyküler bu kitapta toplanarak bir bütün halinde okuyucusuyla buluşturulmaktadır.
      Öykülerin çoğunlukla Ahlat(ta yaşamış ve halen yaşamakta olan renkli kişilerin yaşamlarından kesitler vermesi, bu alanda bir ilk olmaktadır.
      Gerek bu kişilerin renkli portrelerinin ilk kez öykü haline getirilmesi, gerekse Ahlat insanının renkli yaşamlarından kesitlerin bir kitapta toplanması, Ahlat ve çevresinin kültürel profilinin ülke geneline yansıtılması açısından öykü dünyasına değişik bir renk, tür ve tat getirecektir diye düşünmekteyiz.
      Ahlat ve çevresi eksenli 18 adet kitabı yayımlıyor olmanın salt bir başarı sağlamak adına olmadığını belirtmek gerekir. Bunu, Ahlat ve çevresini ulusal ve uluslararası platformlara taşıma çabası olarak gösterebiliriz.
      Kırk yılı aşan bir mücadelenin gücünü bu görevi yerine getirebileceğimize olan inancımızdan almaktayız.
      Bu yaklaşımla önümüzdeki dönemlerde yeni yayınlarla bu görevi sürdürme kararlılığında olduğumuzu belirtmek isteriz.”
      Kitapta ayrıca Sayın Nalbantoğlu’nun özgeçmişine de yer verilmiş. Bürokraside üstlenmiş olduğu önemli görevlerinin yanında, yayımlanmış  12 eseri,   ulusal ve uluslararası ortamlarda sergilediği 16 görsel etkinliğiyle başarılı bir profil çizdiğini görüyoruz. 

28 Mayıs 2019 Salı

BAŞKENT ANKARA'DA AHLAT KONFERANSI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

                      BAŞKENT ANKARA’DA
AHLAT KONFERANSI
ANADOLU’NUN KAPISI, TÜRKİYE’NİN TAPUSU  SLOGANI İLGİ ÇEKTİ
Başkent Ankara’da Güzel Sanat Eseri Sahipleri Meslek Birliği mensuplarına verilen “Anadolu’nun Kapısı, Türkiye’nin Tapusu: Ahlat” konulu konferans, büyük bir ilgi ile izlendi.
      Kısa adı GESAM olan Meslek Birliği’nin konferans salonunda yapılan 50 dakikalık görsel sunuma çok sayıda sanatçı katıldı.
      Katılımcıların çoğunun görmediği Ahlat’ın günümüze kadar gelmeyi başaran muhteşem eserleri izleyenleri büyüledi.
      Çoğunluğu ressam olan izleyicilerin ilk düşünceleri, bir fırsatını bularak Ahlat’a gidip, bu muhteşem eserleri tuval üzerine resmedebilme  arzuları şeklindeydi.
      Bu düşünce bize de çok uygun geldi, gelecekte böyle bir projeyi uygulamayabilmeyi isteriz.
      Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı olarak, Ahlat’ın muhteşem tarihi eserlerinin yağlı boya tablolar halinde Ülkemizin ünlü ressamları tarafından yapılması ve bu eserlerin başta Ankara ve İstanbul olmak üzere büyük kentlerimizde sergilenmesi, daha sonra da Avrupa’nın çeşitli kentlerinde sanat severlerle buluşturulması hedeflerimizden biridir.
      Böylece uluslararası medyanın da ilgisini Ahlat üzerinde yoğunlaştırmış olacağımıza inanıyoruz. Bu girişim aynı zamanda Ahlat’ın UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmesine pozitif katkı sağlayacaktır.    

9 Mayıs 2019 Perşembe

AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, BİR EFSANE GELDİ GEÇTİ BU DÜNYADAN, CEMİL ÖZGÜR, İlhami NALBANTOĞLU

                                       BİR EFSANE GELDİ GEÇTİ BU DÜNYADAN
CEMİL ÖZGÜR
İLKELERİ, ESERLERİ,  BAŞARILARI, ÖDÜLLERİ VE
İNSANİ DEĞERLERİ İLE BİR DÖNEME DAMGASINI VURDU
  Bitlis’in şehit kanlarıyla sulanmış bereketli topraklarında bir çınar filizi olarak 15 Haziran
1927 tarihinde  Dünya’ya merhaba deyip gözlerini açtığında babası kırk gün önce onu göremeden  ebedi aleme göç etmişti.
      Anne Pakize Hanım’ın hem ana, hem baba olarak bağrına basıp sevgi ve şefkatle büyüttüğü biricik evladının gelecekte bir gün Ülkenin Efsaneleri arasında kendine seçkin bir yer bulabileceği aklının alamayacağı  kadar uzak bir olasılıktı.
      O, genlerinden aldığı anlaşılan ilkeleri, ciddiyeti, ahlakı, iş disiplini,  çalışkanlığı ve insani değerleri ile  Bitlis’in, Diyarbakır’ın, Ankara’nın ve Ülke’nin sınırlarını zorlamayı başardı.
      Ankara’ya yerleştikten sonra uzun yıllar Bitlis’ten uzak kalmıştı. Bitlis’te kısa bir süre kalmış olmasına karşın, Bitlislilik hasreti ve sevgisiyle doğduğu topraklara olan borcunu ödemek için büyük özverilerde bulunmayı ilke edindi.
      Bitlis’te yaptırdığı Meslek Yüksek Okulu, Öğrenci Yurdu, Öğretmen Lojmanları, Spor Komplek- si ile adını ölümsüzleştirdi.
      Sadece Bitlis’le yetinmedi, Türkiye’nin her yöresine bir eser bırakarak imzasını attı.
      Devletin üst kademelerinde görevli Devlet adamları ile kurduğu dostluk ilişkileri ile belleklerde iz bırakan ender şahsiyetlerden biri olarak adını ölümsüzler arasına yazdırmayı becerdi.
      28 Mart 2019 tarihinde ebedi aleme intikal etti.
      Rahmetle, minnetle ve şükranla anıyoruz…

9 Nisan 2019 Salı

ABDULLAH NALBANT USTA KÜTÜPHANESİ KİTAP BAĞIŞLARINIZI BEKLİYOR


AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN EFSANE İSMİ
ABDULLAH NALBANT USTA KÜTÜPHANESİ
KİTAP BAĞIŞLARINIZI  BEKLİYOR…
Kütüphaneden  Bir Bölüm
  Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı tarafından, 2010 yılında Bitlis Eren Üniversitesi Kanık Uygulamalı Bilimler Yüksekokulu’nda kurulan “Ahlat Halk Hekimliğinin Efsane İsmi Abdullah Nalbant Usta Kütüphanesi” hizmet alanını genişletmek,  akademik yayınlara daha  fazla ağırlık vermek amacıyla toplumun her kesiminden kitap bağışı bekliyor.
      Yapılacak bu bağışların özellikle akademik ağırlıklı olması önem kazanıyor. Halihazırda 5000 civarında olan kitap adedinin 10.000’e çıkarılması hedefleniyor.
Kütüphaneden Bir Bölüm
      Toplumumuzun kitaba ve bilime önem veren kesiminin bu çağrıya duyarsız kalmayacağına inancımız tamdır.
      Kitap, bir toplumunu aydınlanması için en önemli kaynakların başında gelmektedir.
Bu bakımdan yeni kuşakların  uygar ve aydın birer birey olabilmelerinde kitap vazgeçilmez bir araç olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
       Abdullah Nalbant Usta Kütüphanesinin ise öncelikle akademik ve bilimsel içerikli kitaplara gereksinimi vardır.
       Bu tür kitap bağışlarınızı Bitlis Eren Üniversitesi Kanık Uygulamalı Bilimler Yüksek Okulu Ahlat-Bitlis adresine gönderebilirsiniz.
      Özellikle bilim dünyasından bu değerli kaynak kitapları beklediğimizi belirtmek isteriz.

   DURUM   NISAN-2019
          Değerli Okuyucularımız,
      Tam yarım yüzyıl önce, Ahlat’ta genç, dinamik, heyecanlı, çalışkan, zeki, bilgili, neşeli, aydın,  cana yakın,sempatik  bir Hükümet Tabibi vardı. Adı Dr. Kemal SÜZER.
      Dr. SÜZER, Tunceli’nin Nazimiye İlçesi’ndendi. İzmir 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olmuştu. Ahlat, onun ilk görev yaptığı yerlerdendi. Ahlat halkıyla inanılmaz sıcak bir diyalog kurabilmiş ender kamu görevlilerinden biriydi.
      Yaklaşık olarak 4 yıl kadar Ahlat’ta görev yaptı. Buradan ayrıldıktan sonra Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde “Çocuk Hastalık-
ları” alanında ihtisas yaparak Mütehassıs Dr. unvanını aldı. Yurdun çeşitli yerlerinde görev yaptı. Son olarak İstanbul’da bir hastanenin Başhekimi iken emekliye ayrıldı.
      Dr. SÜZER,  yaşamı boyunca Ahlat ve Ahlatlılar  ile ilişkisini hiç kesmedi. O, kendisini Ahlatlı saydı, Ahlatlılar da onu ağabeyleri gibi bağrına bastı. Dr. Kemal  SÜZER, 24 Mart 2019’da  aramızdan ayrıldı. Acımız büyüktür…

      Saygılarımızla…

7 Mart 2019 Perşembe

DURUM MART-2019 AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


DURUM  MART-2019

       Değerli Okuyucularımız,
      Yeni bir yaz ve turizm sezonuna girmek üzereyiz. Bitlis ve çevresinde kuşkusuz çok sayıda yerli ve yabancı turisti ağırlamak durumunda olacağız. Bunun için bazı hazırlıkları şimdiden yapmak durumundayız.
      Bu hazırlıkların başında, turist olarak gelecek olan konuklara temiz bir çevre sunmamız gerekiyor. Öyle sıradan bir temizlik kampanyası ile geçiştiremeyiz. Konaklama tesislerinden tutun da, yeme içme tesislerini, yolları. Sokakları, kıyıları, plajları, parkları, bahçeleri, ziyaret alanlarını tepeden tırnağa iyice derleyip toparlamamız gerekiyor.
      Bu görevi yerine getirirken topyekün bir işbirliği sergilemek gerekiyor. Senin işindi, yok benim işimdi diye bir kısır döngü ile bu görevi savsaklayamayız. Bunu bir seferberlik gibi algılamalı, ona göre, her kurum ve kuruluş ile ve halkımızın desteği ile yapmalıyız.
      Unutmayalım ki, bunun getirisi halkımıza yansıyacaktır. Biz oturup turist gelsin diye beklersek, daha çok bekleriz ve elde olan fırsatı başkalarına kaptırırız.
      Saygılarımızla…

11 Şubat 2019 Pazartesi

AHLAT GAZETESİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


        AHLAT GAZETESİ 

ISSN 1306-4908      AHLAT  KÜLTÜR  SANAT VE ÇEVRE VAKFI’NIN YAYIN  ORGANIDIR      YAYIN NO. 4201

 

 

                  KURTULUŞ'UN 101. YILI
   Ahlat, 29 Haziran 1915’te Rus Çarlık Ordusu tarafından işgal edilmiş, 2 yıl 8 ay 21 gün  işgal altında
Ahlat'ta Genel Görünüş
kaldıktan sonra 21 Şubat 1918 tarihinde özgürlüğüne kavuşmuştu.
      Kurtuluşun üzerinden 101 yıl geçmesine karşın günümüze değin herhangi bir kutlama ya da anma töreni yapılmadı.
      Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı  tarafından  bu konu birkaç kez gündeme  getirilmiş olmasına karşın hiçbir kimsenin kılı kıpırdamadı.
      Oysa, koşullar artık eskisi gibi değil. Her türlü maddi  ve manevi desteği yanında bulacak bir Ahlat’ımız var artık. Bundan övünç duymalıyız.
      Bu güzel vatanı canları ve kanları pahasına bize armağan eden atalarımıza borcumuz olduğunu unutmayalım.
      Son yıllarda Ahlat’ın edindiği kazanımlar, parlak bir geleceğinin olacağını göstermektedir. Geçmişinde olduğu gibi gelecekte de yöresinin en parlak tarih, kültür ve turizm kenti olarak dünyanın her yerinden buraya akacak insanlara nitelikli hizmetler sunacaktır.
      Bu bakımdan yaz mevsiminden olduğu gibi kış mevsiminden de azami ölçüde yaralanılması gerekmektedir.
      Her yıl Şubat ayının 21’inde Ahlat’ın şanına yakışır bir biçimde Kış Sporlarının ön planda tutulacağı “Kurtuluş Şöleni” adı altında çeşitli etkinlikler gerçekleştirmek suretiyle Atalarımıza olan minnet ve şükran borcumuzu yerine getirmeliyiz...
 
       ATATÜRK’ÜN ANKARA’YA GELİŞİ 
      Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu yenilmiş sayıldı. Osmanlı ve yandaşlarının düşmanları dört bir yandan yurdumuza saldırdılar. Osmanlı ve yurdumuz açısından oldukça ağır koşulları olan Sevr Antlaşmasına göre yurdumuzun düşmanlar tarafından bölünmesi kararlaştırıldı.
     
Atatürk
Urfa, Antep, Maraş, Adana, Antalya ve Osmanlı Devleti’nin merkezi olan İstanbul işgal kuvvetlerince işgal edildi. Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da İzmir’e girdiler. Bu işgallerde Yunanlılar çok sayıda Türkü şehit etmişlerdir. Yaşayanlara da akla gelmeyecek kötülükler yapılmıştır.
      Yurdumuzu içinde bulunduğu bu durumdan kurtarmak ve halkla el ele vererek bir Kurtuluş Savaşı başlatmak için Ulu Önder Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a geldi. Halk tarafından büyük bir coşkuyla karşılanan Mustafa Kemal Atatürk, 12 Haziran 1919’da Amasya’ya geldi. Burada alınan kararlar 22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Genelgesi olarak yayınlandı.
      Daha sonra Erzurum’a geçen Ulu Önder, 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresini, 4 Eylül 1919’da da Sivas Kongresini topladı.
      Bu kongrelerde milli iradeye dayalı hükümet kurulması ilk hedef olarak belirlendi. Tüm illere telgraflar çekilerek halkın kendi adına karar verecek temsilcileri seçmesi istendi. Seçilen temsilcilerin toplanacağı bir yer gerekliydi.
      Ankaralılar Atatürk’ü ve temsil heyetine seçilenleri Ankara’ya davet ettiler.
      Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nın en iyi Ankara’dan yönetileceği inancındaydı. Çünkü Ankara, Yurdumuzun tam ortasında ve cephelere de eşit uyaklıktaydı. Tüm illerde haberleşme ve ulaşım olanakları mevcut değildi. Bu düşüncelerle Atatürk ve temsil  heyetinin üyeleri 27 Aralık 1919’da saat 14.00’de Dikmen sırtlarında Ankara’ya geldiler.
      Ankara ve çevresinin tüm haltı Atatürk’ü ve Temsil Heyeti Üyelerini büyük sevgi ve sevinç gösterileri ile karşıladılar. Davullar çalındı, oyunlar oynandı, Seğnemler çeşitli gösteriler çeşitli gösteriler yaparak günün anlamını derinleştirdiler.
      Bu anlamlı karşılama Atatürk’ü çok duygulandırmıştı. Tüm karşılayanlara teşekkür ederek Ülkemizin içinde bulunduğu durumu ve bu durumdan nasıl kurtulacağımızı belirten bir konuşma yaptı.
      Atatürk’ün Ankara’ya gelişi, Kurtuluş Savaşı dönemindeki en önemli olaylardan biriydi. Çünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu, Türk Ordusunun kurulup hazırlanması çalışmaları Ankara’da yapıldı. Ankara Milli Mücadele’nin merkezi haline geldi.
      Her 27 Aralık günü Ankaralılar bayram yapar, şehir baştan başa bayraklarla süslenir, Atatürk Koşusu coşkusu yaşanır…
 

PAKİSTAN BAŞBAKANI
ANITKABİR DEFTERİNE NE YAZDI?
      “20. yüzyılın en büyük devlet adamlarından biri ve vizyoner lideri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e saygı göstermek için burada bulunmak benim için büyük bir onur meselesi.
      Türk Milletine en zorlu zamanlardan birinde liderlik ederek, dünyadaki sömürgecilik geleneğine direnen herkes için bir ilham kaynağı olan Türkler’in ve dünya tarihinin gidişatını değiştirdi.
      Cesaret, güç, esneklik, hoşgörü ve bilgeliğin özü idi. Pakistan'ın kurucusu Quide Azam Muhammed Ali Jinnah, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü şimdiye kadar yaşayan en büyük adamlardan biri olarak nitelendirdi.
      Hükümet ve Pakistan halkı adına Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e en büyük hayranlığımı ve saygımı iletmek isterim. Türk Milleti’nin bağımsızlığı ve birliği konusundaki şanlı mücadelesi ve liderliği, tarihin yıllıklarında sonsuza dek altın bir bölüm olarak kalacaktır.”
                                                                                                                  İmran HAN
                                                                                                         Pakistan Başbakanı 
 

 

                            ERKAN KALENDER’İN
ARDINDAN
Hikmet Cavit ERDOĞAN-Sayıştay 8.Daire Başkanı
(Eski Mülki İdare Amiri)
      Her Nefis Ölümü tadacaktır” Ayeti karşısında  şüphesiz denecek bir şey yok.
      Her ölüm erkendir. Ama kabul edelim ki Erkan’ın ölümü gerçekten çok erken oldu. Allah başta annesi, babası, eşi ve çocuğu olmak üzere tüm yakınlarına ve sevenlerine sabır versin, dayanma gücü versin.
     Erkan Mülki İdare  Amirliğine başlamadan önce tanıdığım bir hemşerim idi. Hafızamı yokladığımda, nasıl ve kimin referansı ile bana geldiğini hatırlamıyorum. Sadece Ercişli  olmam  sebebiyle mi bana gelmişti? İşin doğrusu bilemiyorum. Ama hangi vesile ile olursa olsun  iyi ki  tanımışım sevgili Erkan’ı.
      Mesleğe girişinde Mülkiye Teftiş Kurulu Başkan Yardımcılığı görevinde olmamın sağladığı avantajla karınca kararınca bir katkım olduğunu düşünüyorum. Tabi ki bir şeyin tahakkuk etmesini tek bir sebebe dayandırmak yanlış olur. Başta kendisinde taşıdığı hasletleri olmak üzere birçok bildiğiniz ve bilmediğiniz etkenler bir araya gelir ve sonuca ulaşılır.
      Her meslekte olduğu gibi Mülki İdare mesleğinde de referans olduğunuz kişiyi başarıları ile başarısızlıkları ile sürekli takip edersiniz. Başarıları ile gururlanır, başarısızlıkları ile üzülürsünüz. 
      Bu çerçevede Erkan’la hukukumuz hep canlı kalmıştır. Rahmetlinin hiçbir olumsuzluğuna rastlamadım. İlk günkü mütevaziliği, efendiliği,  gayreti, görev aşkı ve heyecanı ile  dop dolu gördüm onu. Görev yaptığı yerlerden takıldığı, tereddüt ettiği bir hususa rastladığında çekinmeden arar fikirlerime başvururdu. 
      Görüşlerimin bana, ama kararın kendisine ait olduğu uyarısı ile vedalaşırdık. Birçok sosyal ve ekonomik  imkânlı gelişmiş  ilçelere gitme arzusunu asla ve asla paylaşmadı, şikayet etmedi. Tayin edildiği hizmete muhtaç ilçelere “niye ben” demeden; demek ki burada bana ihtiyaç varmış  diyerek  koşa koşa gitti. Kimsesizlerin kimsesi oldu.
      Kaza yaptığını 8 Aralık 2018 de İstanbul’da internet haberlerinden saat 11.00 sularında öğrendim. Cenazenin nereden ve ne zaman kaldırılacağına ilişkin bilgi almaya çalışırken, Türk İdareciler Derneğinin “Erkan Kalender’in   elim bir trafik kazasında  vefat ettiğini cenazesinin öğlen namazını müteakiben Kocatepe Camiinden kaldırılacağı”na ilişkin mesajı da 8 Aralık 2018 saat 16:31  de öğrendim.
      Son yolculuğuna katılamayacağım netleşmişti. Geriye iletişim için  sadece Babasının telefonu vardı. Olayın sıcaklığı ve yoğunluğu geçsin diye beklerken. Babasına ne diyeceğimi düşündüm. Öyle ya bir dostumuzun yakını, anası,  babası vefat ettiğinde ona acısını paylaşırken biraz da dinmesi amacıyla “Allah sana evlat acısı tattırmasın” temennisinde bulunuruz. Ahlat Gazetesi’nden adını öğrendiğim Sait amcaya ne  diyecektim?  İşte sözün bittiği yer. Evlat acısı gibi bir acı olabilir mi?
      Evet, gerçekten Sait amcaya, daha bir haftalık sevgili eşine, Allah’tan sabır diliyorum. Ahlatlı hemşerilerine, sevenlerine Başsağlığı diliyorum. Ahlat ve ailesi kadar Mülki İdare mesleği için de büyük bir kayıp olmuştur.
      Nurlar içinde yat. 
      Ruhun Şad, Mekanın  Cennet  Olsun.
 
14 ŞUBAT
SEVGİLİLER GÜNÜ
      Sevgililer Günü, nereden çıktığına dair tam olarak bir dayanağa sahip olmasa da her yıl 14 Şubat tarihinde kutlanmaya devam ediyor. Yüz yıllar önce kutlanmaya başlanan ve kökeni Roma'ya kadar devam eden Sevgililer Günü, her yıl şubat ayının 14’ünde  bir ritüel halinde gerçekleştirilmeye devam edilmektedir.
      Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun…
                                                                        



                           İNGİLİZİN AHLAT AŞKI…   geçen sayının devamı….
      Kendi muhitlerine de derin bir ilgi göstermektedirler.“Köylüye gelince, her Türk köylüsüyle karşılaştığım zaman asil bir “dük”le buluşmuşum gibi bir his duyuyorum. Vakarlı, nazik, misafirperver, olgun insanlar…
      Türk misafirperverliğinin en iyi ananeleriyle hala yaşadığını belirttiler.
      Van’a bayıldık. Her cihetle çok canlı ve uyanık bir yer. Yarın bir fikir merkezi haline geleceğine şüphe yok. Van Denizi’nin sahilleri bir cennettir. Sakın yazarken “Van Gölü” demeyiniz. Vanlılar kızarlar. Mutlaka deniz demeli. Van Denizi insana cidden deniz keyfi veriyor. Hele bunun sahilinde Ahlat diye bir yer var ki dünya yüzünde bu kadar dolaştım bu derece güzel bir yer görmedim. Kocam karar verdi: Ahlat’ta küçük bir köşk yaptıracak, her sene tatilimizi orada geçirmeye ve avlanmaya gideceğiz. Ahlat’ın civarı avcılık bakımından bir cennettir. Bununla beraber nadir cins kuşları ve hayvanları korumak maksadıyla burada Amerikalıların Yellowstone Parkına benzer teşkilatlı bir Türk Milli Parkı yapılsa pek iyi olacak.
      Bitlis’te bayıldığım yerlerden biridir. Yalnız Bitlis’i ziyaret için bile Şarka gitmek zahmetine değer, dağlar kayalar arasında çok güzel bir şehir.
      Şarki Anadolu ve bilhassa Van denizi sahillerinde  dolaşmak bana İskoçya’nın göl sahasında dolaşmak tesirini yaptı. Transit yolu üzerinde dolaştığımız zaman küçük fakat temiz ve rahat oteller ve mükemmel yemekler bulduk.
      Sizden yalnız bir şikayetim var; bu kadar güzel bir memleketiniz olduğunu neden herkesten gizliyorsunuz? Seyyahların güzel şeyleri bizzat keşfedip sürpriz ve zevk duymaları için mi?..”
      O dönemin önemli yazarlarından İsmail Habip Sevük 2 Ekim 1946 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmış olduğu bir yazıda Ahlat için bakınız neler söylüyor:
      “… Bütün bu bir ülkelik havzanın merkezi olan Ahlat’a bak: Süphan’ın Cenup eteğiyle gölün Şimal kıyısındaki bu merkez az vakitte o kadar fazla büyüdü ki, orta zamanın Kahire, Bağdat, Rey, Semerkant gibi ön safta gelen en kalabalık bir mamuresi oluvermişti. Bugün bile dokuz asrın ötesinden kalan harabelerinin boyu iki saat tutuyor. XI, asrın üçüncü çeyreği sonundaki o mucizeler mucizesi Malazgirt cengini işte havzadaki bu Türk keşafeti yaptı.
      Bu cenkten birkaç yıl sonra Türk süvarileri Üsküdar önünde görüldüler, Anadolu’nun tapusunu veren Van Havzasıdır. Anadolu ile beraber, dokuz asırlık İmparatorluğu veren havza. Selçuk ve Osmanlı diye ayrı iki devlet adı taşımasına rağmen
hakikatte o İmparatorluk tarihin sinesinde Türk milletinin yekpare bir eseri olarak yükselir.”
      Doğu Anadolu’nun üniversite muhiti ile temas ve istifadesinden, birkaç seneden beri yer yer yapılan “Üniversite Haftası”nın da yardımı olmuştur.
      Sayın İnönü bu haftalar münasebetiyle “..ilmi halka ve onun ileri tabakalarına ulaştırıp sindiren bu teşebbüsler, kıymetli hizmetlerdir.” buyurmuşlardı.
      Bazı Avrupa memleketlerinde öteden beri mevcut olup ta bizde ilk defa 1940 yılında kurularak birinci denemesi Erzurum’da yapılan bu “Üniversite Haftası” an’anesinin memleket içindeki tesir ve faydalarının çok önemli ve zengin olduğuna, bu hareket ve temasların bütün memleket halkı üzerindeki fikri ve derin akislerinin kuvvetli bulunduğuna şüphe edilemez. Bundan sonra Elazığ ve Diyarbakır’da yapılan “Üniversite Haftaları” da halk arasında büyük alaka uyandırmıştır. Bu cümleden olarak 7 Ağustos 1944 tarihinde Van’da açılıp altı gün süren “Beşinci Üniversite Haftası” Vanlılar ve civar halkı büyük bir dikkat ve alaka ile takip ettiler.
      Hafta münasebetiyle muhtelif profesörlerimiz tarafından verilen kıymetli konferansları Muş, Bitlis, Hakkari, Ahlat, Karaköse, Doğu Beyazıt, Bingöl ve yakınlarından koşup gelen birçok kimseler dinlediler. Konferansçılar burada kendilerini enterese eden muhataplarla karşılaştılar. Halkın bu haftaya ve İstanbul Üniversitesi heyetine karşı gösterdiği derin sevgi ve nezaketten dolayı heyetin başkanı Dr.Tevfik Sağlam saygı ve şükranlarla mukabelede bulundu. Vanlılar Doğu Üniversitesi meselesini bu heyetle bir hak sahibi inanç ve isteğiyle konuştular. Gerek bu konuşmaları ve gerekse bu hafta münasebetiyle vaki ihtisaslarını Dr.Tevfik Sağlam 17 Ağustos 1944 tarihli Vatan Gazetesi’nde şu cümlelerle hülasa etmektedir.
      “Van kültürlü bir muhittir. Kibar ruhlu bir halkı vardır. Terakkiyi kendine sindirmiş, konferanslara merakla geldiler ve çok alaka gösterdiler. Şarkta bir üniversitenin açılmasını bir zaruret görüyorum. Ve teşebbüsün geç kalmayacağını umuyorum. Bir vakitler üniversiteleri diye Van’dan bahsedilmişti. Vanlılar bunu müktesep bir hak sayıyorlar ve hatırlatıyorlar.
      Bu şehrin gençliğinde ümit verici kalkınma istidatları gördük. Şark taraflarının geri kalışı sırf uzaklık yüzündendir. Terakki hareketlerine karşı hiçbir mukavemet yoktur. Buralara fırsat ve imkan verilirse pek çabuk kalkınacaktır. Halk bilgiye ve gelişmeye o kadar teşnedir ki kendilerine uzatılan ruhi gıdayı adeta kuru toprağın suyu emmesi gibi iştiha ile emiyor…
      “Konu ile ilgili bir başka tetkik neticesinde Van Gölü İşletmesiyle Doğu Demiryolu devam edecek…