31 Temmuz 2019 Çarşamba

SELBİ  HOCA’NIN RÖNOSU
Selbi Hoca’yı ilk tanıdığımda Bitlis Lisesi’nde öğrenciydim. O da Bitlis Kazım Paşa İlkokulu’nda
Mercedes değildi ama, bizim için daha değerliydi
öğretmen olarak görev yapıyordu. Dayım kızı Ayten Akpolat’ta aynı okulda öğretmen olarak görev yapıyordu. İkisi görev yaptıkları okula çok yakın bir evde kalıyorlardı. Arada bir beni evlerine yemeğe davet ederlerdi. Yaptıkları lezzetli yemeklerin tadını hep birlikte çıkarırdık. Geç saatlere kadar birlikte vakit geçirir, ilerleyen saatlerde çok yakındaki öğrenci evime dönerdim.
      O dönemlerde Selbi Hoca bekardı, ancak yasak bir aşk yaşadığı biliniyordu. Evli bir erkeğe aşık olmuştu, daha sonraları, aşık olduğu erkek eşinden ayrılmış, Selbi Hoca ile evlenmişlerdi. Biri erkek üç çocuk sahibi olmuşlardı.
      Bu evlilik Ahlat’ta bir ilkti, Selbi Hoca, aşkının peşinden koşacak  kadar yürekli ve cesur bir kadın olduğunun Ahlat’taki ilk örneği olarak dikkatleri üzerine çekiyordu.
      Çünkü o dönemde aşk sözcüğünü  telaffuz  etmek bile ayıp ve yakışıksız bulunuyordu. Aşk yaşamak, aşık olduğu insanla evlenmek gibi kavramlar çevrenin baskısı karşısında ağza alınmayacak kadar abes ve edep dışı sayılırdı.
      Tüm bu baskıcı yaklaşımlara karşın yasak aşklar yaşamın bir parçası olarak devam ediyordu. Tıpkı onlarda olduğu gibi, onlar “Gönül Ferman Dinlemez” deyiminin cesur ve yürekli bir örneğini sergilemeyi göze almışlardı.
      Uzun ve mutlu yıllar geride kalmıştı,  çocukları büyümüş iş güç sahibi olmuşlardı. Selbi Hoca’nın eşi Yaşar Bey’in,  son dönemlerde bazı sağlık sorunları ortaya çıkmıştı. 
      Tedavi için Ankara’ya gelmişlerdi,   Gazi Üniversitesi’nin Gölbaşı Hastanesi’nde tedavi görüyordu. O dönemlerde, ulaşım olanakları çok elverişli olmadığı için Yaşar Bey’i ziyarete gitmek kolay olmuyordu. Bizim ise  külüstür bir Volsvagen arabamız olduğu için, fırsat bulduğumuz zamanlarda onları ziyarete gidiyorduk.
Bu ziyaretlerimizden gerek Yaşar Bey, gerekse Selbi Hoca çok mutlu olduklarını ifade ediyorlardı. Bir süre sonra tedavi sona erdi, Yaşar Bey ve  Selbi Hoca Ahlat’a döndüler.
Aradan uzun bir süre geçmişti, ben de annem ve babamı kaybettikten sonra bir fırsatını bularak mezarlarını ziyaret etmek için Ahlat’a gitmiştim.
Bana ilk hoş geldin ziyaretine Selbi Hoca gelmişti. Yaşar Bey’in hastalığı sırasında onları hastanede ziyaret etmemizden ötürü memnuniyetini dile getiriyordu.
Benim birkaç gün Ahlat’ta kalacağımı öğrenince ısrarla arabaya ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. İhtiyacım olmadığını belirtip, bu nazik düşüncesi için teşekkür etmeme karşın ikna olmamış, arabasını getirip evin önüne koyduktan sonra da  anahtarını bırakıp gitmişti.
Bir gün boyunca arabaya hiç dokunmadık, öylece durdu kapının önünde. Ertesi gün götürüp iade edelim diye düşünüyorduk ki kardeşlerimden birisi ayıp olur, şöyle bir tur atıp öyle götürüp verirsiniz deyince bu fikir akla yatkın gelmişti.
Ben ve erkek kardeşim de bu düşüncelerle arabayı götürüp teslim etmek için binip Selbi Hoca’ya doğru yola çıktık.
Bir ara nasıl olduysa yönümüz Adilcevaz’a doğru denk gelmişti, tam o sırada acaba Adilcevaz’a kadar gidip gelsek mi diye aklımdan geçti.
      Gayri ihtiyari olarak, Adilcevaz’a doğru ilerlemeye başlardık, yol çok güzeldi ve sakindi. Van Gölü ve çevre manzarası gönlümüzü çeldi, buraya kadar gelmişken, acaba Erciş’e kadar gidip oradaki akrabalarımıza bir merhaba desek mi diye düşünmeye başladık,  aklımıza yattı ve yola devam ettik.
Bir süre gittikten sonra, inişsiz, yokuşsuz, cetvel gibi dümdüz bir yola gelmiştik,  asfalt güzel ve yol bomboştu. Birden içimden hafifçe gaza dokunmak geçti, süratimiz artmıştı.  Bir ara hız kadranına göz attığımda 140 kilometreyi gösteriyordu, hiçbir sorun yoktu ve keyifle yolumuza devam ediyorduk.
Bir anda biraz ilerimizde yolun üzerinde bazı kabarıklıklar gözüme takıldı, dikkatle baktığımda yolu kapatacak biçimde kocaman kaya parçalarının dizilmiş olduğunu gördüm.
Taşların rengi ile asfaltın rengi birbirine yakın olduğu için uzak mesafeden görememiştim. Sürat fazlaydı, mesafe kısaydı, firen yapamazdım, zorunlu olarak kayalara  çarpmak kaçınılmazdı, ancak bunu da bilinçli yapmak gerekiyordu.
Çünkü  kayayı ortalayarak çarpacak olsam aracın motor aksamında daha büyük bir hasara sebep olabilirdi. Bunu önlemek için bir tekerleğin taşa denk geleceği bir şekilde çarpmanın daha uygun  olacağını düşündüm ve öyle yaptım.
Kaya parçasına çarpan araç havaya fırladı, bir süre  sol tekerlek üzerinde ilerledikten sonra güm diye asfalta çakıldı. Lastik patladığı, cant  içine çöktüğü için bir süre asfalt üzerinde sürüklendikten sonra gürültü patırtı içinde durdu.
Şok ve panik içindeydik, bir anda olup bitenleri kavrayamıyorduk. Tüm bunlar olup biterken aklımı meşgul eden bir başka sorun vardı. Bu bir terör olayı mıydı, yoksa başka bir şey miydi kestiremiyordum.
Kuşkuyla  ve korkuyla arabadan inmeden çevreyi kontrol ettim, bir süre sessizce dinledim, dikkat çeken bir şey olmadığını anlayınca usulca arabanın kapısını açıp adımımı  dışarı attığım anda yolun kenarından bir çocuğun oturduğu yerden kalkarak ileride görünen köye doğru hızlıca koştuğunu gördüm.
      Küçük te olsa bir ipucu yakalamıştım en azından, hiçbir şey düşünmeden çocuğun peşine düşüp kovalamaya başladım. Aradaki mesafe  çok fazla olduğu için çocuğa ulaşabilmem mümkün değildi. Köye doğru koşarak gözden kaybolmuştu.
      Yeniden arabanın başına dönüp meydana gelen hasarı incelemeye ve bu belayı nasıl atlatacağımızı düşünmeye başladım.
      Arabanın  sağ ön lastiği parçalanmış, cant içine çökmüştü. Kaynar sular başımdan aşağıya döküldü, büyüklerimin bana öğütleri vardı, kimsenin arabasını almayacaksın diye, bu öğüde karşın nasıl oldu da bu hataya düştüm, kendimi affedemiyordum.
      Şok geçiren kardeşim de arabadan indi, anlamsız ifadelerle birbirimize bakıyorduk, bölgenin hassasiyeti nedeniyle bunun bir terör hareketi olup olmadığına dair net bir fikir sahibi olamıyorduk. Çünkü teröristlerin bu eylemi bu çocuğa yaptırabilecekleri olasılığı göz ardı edilemezdi.
      Önce aklımıza uzak mesafeden yapılacak bir silahlı saldırı olasılığı geldi, bir eylem olmayınca psikolojimiz biraz düzelmeye başladı.
      Fazla oyalanmadan bu ortamdan kurtulmamız gerektiğini düşünüyorduk. Telaşla arabanın bagajını açıp, stepne olup olmadığını kontrol ettim. Aceleyle stepneyi indirip, telaşla tekeri değiştirip, yeniden Erciş’e doğru yola koyulduk.
      Korku ve heyecan içinde, yapmış olduğumuz hatanın başımıza açtığı belayı düşünerek Erciş’e geldik, ilk işimiz bir oto tamircisine gitmek oldu.
      Yeni bir cant ve lastik satın alıp,  arabaya taktıktan sonra stepneyi yerine yerleştirdik. Bu sevimsiz olayı yaşadıktan sonra, Erciş’e gelmiş olmaktan bir haz duyamayacağımızı anlamak zor değildi.
      Tek düşüncemiz, bir an evvel  Ahlat’a geri dönüp emaneti sahibine teslim etmekti, başka bir kaygımız yoktu.
      Ahlat’a döndüğümüzde vakit biraz gecikmiş, hava kararmıştı. Selbi Hoca’nın evinin zilini çaldığımızda, ne diyeceğimizi bilemiyorduk, süt dökmüş kedi gibi sus pus olmuştuk.
      Bin bir teşekkürle anahtarı uzattığımızda, şiddetle itiraz ediyordu, bir türlü anahtarı almıyor, ne zaman işimiz biterse o zaman kendisinin arabayı aldırtacağını söylüyordu.
      Israrla anahtarı uzatıp, bir an evvel oradan ayrılmak istiyorduk. O ise bizi içeriye davet ediyordu, ısrarlara rağmen vedalaşıp ayrıldık.
      Birkaç gün daha Ahlat’ta kaldım, Selbi Hoca ile bir daha karşılaşamadık. Ama merakımızı da bir türlü gideremedik.
      Acaba bu üzücü olaydan haberdar olmuş muydu? Bunu bilemiyorduk. Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına karşın hala bir fikir sahibi olmuş değiliz.
      Selbi Hoca’nın Ankara’da yaşayan Gül ve Gonca adlarında iki kızı var, bunlar iş güç sahibi başarılı insanlar. Gonca ile hiç tanışma fırsatımız olmadı.
      Gül Hanım ile bir ara Ahlat Belediyesi ile ortak bir AB Hibe Projesi üzerinde çalışma fırsatımız oldu, bu konularda deneyimli. Bu görüşmelerimiz sırasında Selbi Hoca’nın Ankara’ya gelip gelmediğini sormuştum. Arada bir geldiğini söylemişti. Kimi zaman sağlık sorunları için Ankara’ya geliyormuş.
      Geldiği zamanı takip edip, Ahlat’ta bana gösterdiği zarif davranışın karşılığı olmasa da, hiç olmazsa bir yemeğe götürüp, ona olan teşekkür borcumu yerine getireyim istiyordum.
      Bu arada lütfedip bana uzattığı bu sıcak elin sahibinin canını sıkıp sıkmadığımı da öğrenebilirim diye umut ediyordum. Ne var ki, günlük meşgaleler buna bile fırsat tanımıyordu.
      Selbi Hoca’nın bir de erkek kardeşi vardı, adı Mehmet, oldukça yetenekli birisiydi. Öğretmendi, ancak yeteneği mesleğinin önünde gidiyordu.
      60’lı ve 70’li yıllarda adını destanlaştırmıştı. Bir yandan oynadığı futbol ile Türk Futbolunun unutulmaz ismi “Şeytan Rıdvan” gibi “Tilki Mehmet” lakabıyla Ahlat Aktaşspor Kulübünü başarıdan başarıya taşıyor, diğer yandan  Türk Tiyatro Tarihi’nin efsane ismi Münir Özkul’a Anadolu’nun tarihi bir kentinde ben de varım dercesine  Ahlat insanının unutamayacağı başarılı bir performans sergiliyordu.
      Mehmet Akyıl Hoca’nın bu renkli yaşamı “Tilki” başlığı altında Ahlat Gazetesi’nin değişik sayılarında yayımlandı. Ahlat’ın yetiştirdiği bir değer olarak gelecek kuşaklara taşınmasına vesile olduğumuz için bir sorumluluğu yerine getirmiş olmanın huzuru içindeyiz.
      Selbi Hoca, bir dönem de politikayla ilgilendi. Politikanın  ona eşinden kalan bir  miras olduğunu düşünüyor olmalıydı. Zira eşi Yaşar Bey, uzun yıllar politikanın içinde olmuştu.
       Bir siyasi partinin İlçe Başkanı olarak bir süre hizmet etti. Elini ve yüreğini cesaretle taşın altına koyuyordu. Bu yaklaşımı ile de, yörede bir ilki gerçekleştiren cesur ve  yürekli “Türk Kadını” profilini sergiliyordu.. 
      Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün gösterdiği yolda yürüyerek, başta Ankara kulisleri olmak üzere politik ortamlarda ilgi gördü ve büyük sükse yaptı. 
      Ne var ki,  o dönemde yöre insanı bu demokratik gelişmeyi içine sindirecek homojen yapıyla henüz buluşmamıştı.
      Selbi Hoca’ya sağlık mutluluk diliyor, hizmetlerinden dolayı teşekkürlerimizi sunuyoruz.