12 Ekim 2020 Pazartesi

2020 EKİM DURUM, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

                  2020-EKİM-DURUM

      Değerli Okuyucularımız,

     Vatan Şairimiz Namık Kemal’in önemli bir sözü vardır; “Ne efsunkar imişsin ey didar-ı hürriyet, esiri aşkın olduk amma kurtulduk esaretten” Günümüz Türkçesiyle; Ne büyüleyici şeymişsin sen hürriyet, esaretten kurtulduk amma sana da aşık olduk.

Yıllar evvel söylenen bu sözü 2020 dünyasında söyle söylemek çok mu yanlış olur bilmiyorum.

      “Ey virüs-ü Korona, ne güçlü şeymişsin sen, bizi evlere kapattın amma, mafya dizilerinin de esiri ettin.” Yanlış mı, sadece ülkemizde değil tüm dünyayı virüs gibi mafya dizileri esir almış.

      Her TV kanalında, her akşam ayrı bir mafya dizisi. Bu dizilerin toplumu, gençleri, çocukları nasıl olumsuz etkilediğini görmüyor mu, sırf bu amaçla hayata geçirilmiş olan ilgili kuruluş?

      Alanlarına girmeyen işlerle uğraşmaktan, asıl işlerini ihmal etmiş olmasınlar!..

      Her gün bu dizilerden etkilenip, olur olmaz olayları gerçekleştiren bu şiddet içeren örnekleri, bilim insanlarına, sanata ve sanatçıya, kadına, çocuğa yapılan saldırıları bu toplum insanı görmek istemiyor! Lütfen! Lütfen! Lütfen!

     Saygıyla… 

5 Ağustos 2020 Çarşamba

VAN GÖLÜ'NDE HÜZÜN, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

     VAN GÖLÜ’NDE HÜZÜN

DENİZLERDE YAŞANAN GÖÇ DRAMI VAN GÖLÜ’NE SIÇRADI

Akdeniz ve Ege’de zaman zaman karşılaştığımız “İnsanlık Dramı”nın  bir benzerinin Van

Gölü’nde yaşanması,  sadece yöre insanının değil tüm Ülke insanımızın da yüreğini sızlattı.

      Güzelliği ile övündüğümüz göz bebeğimiz Van Gölü’müz, oldu olalı ilk kez böyle büyük bir faciaya sahne oldu.

      27 Haziran 2020 günü Gevaş’ta  göçmenleri  teknesine alarak Van Gölü'ne açılan Sedat ve Medeni Akbaş'tan uzun süre haber alınamaması üzerine, mahalle  muhtarı güvenlik güçlerine kayıp ihbarında bulundu.

      Güvenlik görevlileri tarafından yapılan arama çalışmaları sonucunda, teknenin enkazına Çarpanak Adası yakınlarında 110 metre derinlikte rastlandı.

Teknede bulunan göçmenlerin cesetleri gölden toplanmaya çalışıldı. Günlerce süren arama çalışmalarının sonucunda ölen sayısı 60’a yükseldi.

      Daha önceki dönemlerde de birkaç kez küçük çaplı tekne kazaları yaşanmış olmasına karşın 60 kişinin ölümüyle sonuçlanan bu kazanın yöre halkı üzerindeki etkisinin büyük olduğu görülmektedir.

      İnsanoğlunun varoluşundan günümüze bu göç ve göçmen olayı süregelmektedir. Bundan sonra da kuşkusuz devam edecektir. Bu olayın büyük dramlara meydan vermeyecek biçimde gerçekleşmesi dileğimizdir.


DURUM AĞUSTOS 2020 AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU
    DURUM   AĞUSTOS 2020

               Değerli Okuyucularımız,

      Pınar Gültekin adlı güzeller güzeli Bitlisli hemşehrimizin hunharca katledilmesi tüm Türkiye’yi yerinden sarstı.

      Bitlisliler olarak elbette acımız büyüktür. Bakınız bu güzel kızımızın, benzer bir kaderi yaşayan Özgecan Aslan hakkındaki sözlerine;

      “Canım yanıyor, bir türlü geçmiyor, sanki kız kardeşimin başına gelmişçesine canım acıyor, içim parçalanıyor. Nice Özgecan’lar gitti, artık yeter. Böyle şerefsizler asılmalı.”

      Ahh!.. Sevgili Pınar’ımız, şimdi de senin için tüm Türkiye’nin canı acıyor, içi parçalanıyor. Ne acıdır ki zaman içinde bu tür  yürek parçalayan olayların azalacağı yerde tırmanışa geçtiğine tanık oluyoruz.

      Pınar Gültekin olayı Türkiye’yi ayağa kaldırdı, bu üzücü olayı  kınayalım derken sokağa dökülen kadınlarımızın şiddete maruz kalması ise sorunun  kökten çözümü anlamında olumsuz bir izlenim bırakmadı dersek doğru bir değerlendirme yapmış olmayacağız.

      Saygıyla…

4 Ağustos 2020 Salı

KÜFREVİ AİLESİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

KÜFREVİ AİLESİ
 Elli’li yılların ortalarında Ahlat Kaymakamı Mazlum Yegül, Merkez Mahalle olan Erkizan Mahallesi’nin çehresini değiştirecek, o günün koşullarına göre çok modern bir kent yapılanması faaliyetlerine girişmişti. Yeni açılan caddenin iki yanına dükkanlar, ortalara doğru bir kent meydanı ve Van Gölü’ne hakim bir tepede de Ahlat Parkı’nı yaptırıyordu.  Parkın ortasına “Van Gölü’ şeklinde bir havuz yapılmış ortasına da bir fıskiye yerleştirilmişti. Bu yeni yapılanma Ahlat’ı çevre il ve ilçelerden farklı kılıyordu.
Cesim Küfrevi
       Güzel bir sonbahar günüydü, öğlen saatlerinde tavanı beyaz, yeşil renkli bir pikap, Abdullah Nalbant Usta’nın, Mazlum Yegül Caddesi üzerindeki dükkanının önünde durdu. İnen yolcular, kaldırımda bulunan  küçük kendirle örülmüş taburelere oturdular.
      Çevredeki çocuklardan biri, dükkanın hemen arkasındaki boşlukta nalbantlık yapan Abdullah Usta’ya  “ Usta misafirleriniz geldi” diye haber verdi.  Yere yatırdığı öküzün nallarını çaktıktan sonra ellerini yıkayan Abdullah Nalbant Usta, misafirlerine hoş geldin demek için dükkanın önüne geldi.
      Taburelerde oturanlardan kendi yaşında olan birine büyük bir saygı ile  yaklaşıp “Hoş geldin Kurban” diyerek elini öptü, diğerleriyle de tokalaşıp, hoş geldiniz dedikten sonra, elini öptüğü zatın hemen  yanında, kendisi için ayrılan tabureye oturdu.
      Karşılıklı hal hatır sormalardan sonra, Abdullah Nalbant Usta, dükkanın hemen karşısındaki dükkanda çaycılık yapan Kahveci Osman’a yüksek sesle seslenerek misafirlere çay getirmesini söyledi.
      Abdullah Nalbant Usta’nın misafirlerini gören dükkan komşuları, Bakkal Salih Gogo,  bitişiğindeki Kasap Musa Dayı, onun bitişiğindeki Sebzeci Abbas, tam karşı dükkandaki Bizim Berber İdris Bayındır, az ötedeki komşu Yunus’un Şevket ve diğer komşular, teker  teker gelip aziz misafirin elini öpüp, kendi dükkanlarının önünden getirdikleri taburelere oturarak sohbete  katılıyorlardı.
      Kahveci Osman, getirdiği çayları konuklara dağıtıyor, yeni gelenleri gördükten sonra gidip onlara da çay getiriyordu, o gelinceye kadar başka komşular gelip sohbete dahil oluyorlardı.
      Her ne kadar sohbet desek de aslında sohbetten çok farklı bir ortam vardı, ortadaki kişi konuşuyor, etraftakiler, huşu içinde onu dinliyorlardı. Hiçbir kimseden çık dahi çıkmıyordu. Çok seyrek de olsa arada çekinerek soru soranlar da yok değildi.
      Konuşan kişi, dünyada ve Türkiye’de olan bitenden, yeni gelişmelerden, insani değerlerden, iyilik yapmaktan, eğitimin öneminden, çocukların okutulmasından, hastalıklardan, yeni çıkan ilaçlardan, kendi seyahatlerinden, yolculuk sırasında karşılaştığı ilginç olaylardan söz ediyordu.
Tahsin Yaşar Öztürk ile
      Bir süre sonra konuklar kalktılar, sırasıyla herkesle tokalaşıp, pikaba binmek üzereyken,  konuk olan kişi birden bana doğru geldi, cebinden bir şey çıkarıp bana uzattı. Çekinerek aldığım şey bir şekerdi, utanarak elimde gizledim, konuklar pikapla uzaklaştıktan  sonra ilk işim kağıdını açıp yemek oldu. İlk kez yediğim bir şekerdi, çok hoşuma gitmiş, tadı damağımda kalmıştı.
      Aradan 10-15 gün kadar geçmişti, çarşının diğer ucundan babamın dükkanına doğru gelirken, dükkanın önünde yeşil pikabın durduğunu gördüm. Aynı kişilerin geldiğini  ve bana gene şeker verebileceğini düşünerek koşar adımlarla dükkanın önüne geldim. Ortada oturan, kısa boylu, güler yüzlü kişi aynıydı ama yanındakiler farklı kişilerdi. Gene komşular toplanmış, gene çaylar söylenmişti.
      Aziz misafir gene konuşuyor etraftakiler dinliyorlardı. Usulca yaklaştım, kenardan olup bitenleri seyrediyordum. Bir süre sonra gene kalkıp etraftakilerle vedalaşıp pikaba bineceklerken gene bana o sıcak elden bir şeker uzatılmıştı. Ve ben gene bu şekerden çok mutlu olmuştum.
      Bu kez belleğime kaydetmiştim, o güler yüzlü, sevecen ve her seferinde bir şekerle minik kalbimde kendine bir yer edinen kişiyi. Bu kez pikabının plakasını bile ezberlemiştim. 13 AC 65 plakalı yeşil pikap bir daha ne zaman gelir diye yolunu gözler olmuştum.
      Bir ayda ya da iki ayda bir bu buluşma gerçekleşiyordu, her seferinde bir şeker benim vazgeçilmezim olmuştu. Bu yüzden yaşım büyüdükçe ilgim de o derece artıyordu. Hatta sorgulama aşamasına bile gelmiştim. Artık bazı şeyleri babama sorarak öğrenme aşamasındaydım.   Bu benim gönlümü fetheden kişinin adının Cesim Küfrevi  olduğunu, Bitilis’te oturduğunu öğrenmiştim.
      Cesim Küfrevi, Ailesi’nin en büyüğü olan tarihe iz bırakan, bölgenin çok sevilen ve sayılan şahsiyetlerinden Muhammed  Küfrevi’nin 4. Kuşaktan torunudur.
      Cesim Küfrevi’nin Ahlat’tan her geçişinde Abdullah Nalbant Usta’nın dükkanının önünde mola vermesi, Abdullah Nalbant Ustaya verdiği değerin bir gösterisiydi. Kimi zamanlar da evde ağırlanırdı, Cesim Küfrevi.
      Geleceği önceden haber alınınca, evde bir telaştır başlardı. Annem, çeşitli yemekler hazırlar,  bu  yemekler arasında mutlaka “Kıymalı su böreği” yer alırdı. Aziz misafirimiz su böreğini çok sevdiğini, annemin yaptığı böreğin başkalarından çok farklı olduğunu öve öve bitiremezdi.
      Biz çocuklar  onun etrafında pervane olurduk, hepimizin payına mutlaka bir hediye düşerdi.
      Bu sıcak ilişki yıllar boyu sürdü, bu arada ben Ahlat Orta Okulu’nu bitirmiştim, liseye devam edecektim, ancak Ahlat’ta lise yoktu. Diyarbakır
Ziya Gökalp Lisesi’nde eğitime başlamıştım. 
      İlk kez evden ayrıldığım için Diyarbakır’daki günlerin sıkıntılı geçiyordu. Ahlat’tan sonra, o dönem “Şarkın Parisi” olarak tanımlanan kente uyum sağlamakta zorlanıyordum.
      Bir gün parasız pulsuz bir vaziyette Diyarbakır sokaklarında  amaçsız bir biçimde dolaşırken Cesim Kürevi’nin yeşil pikabını İskender Paşa Camii’nin önünde gördüm. Namaz kılıyor olabileceğini düşünerek beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra geldi, beni  beklerken görünce çok şaşırdı, durumu anlattım çok memnun oldu. Bir isteğimin olup olmadığını sordu, teşekkür edip  elini öperken her zaman olduğu gibi ayrılırken gene cebime bir şey tıkıştırdı.
      Utancımdan  bir şey diyemeden ayrıldım, biraz uzaklaştıktan sonra cebimi kontrol edince 15 lira olduğunu gördüm. 60’lı yılların başında bu paranın bir öğrenci için ne kadar önemli olduğunu parasızlık çekenler iyi bilirler.
      Bir süre sonra liseye Bitlis’te devam etmeye başlamıştım. Bitlis’e her gidişimde babam, Küfrevi Ailesi’ne verilmek üzere mutlaka bir hediye elime tutuşturuyordu. Bu hediye, kimi zaman bahçemizde yetişen bir sepet Ahlat’ın ünlü kayısısı veya kirazı, kimi zaman  fındık, kimi zaman da babamın bahçemizdeki güllerden yaptığı gül reçeli oluyordu.
Bitlis Lisesi Mensur Tunç, ben ve Tuna Öktem
      Her yıl yeni mahsülden  yapılan döğme ya da bulgurun Küfrevi Ailesi’ne gönderilmesi de gelenek halini almıştı. Her hediye götürdüğümde anneme verilmek üzere mutlaka bir karşılığı da oluyordu.
      Bir gün Cesim Küfrevi ile Bitlis Belediyesi önünde karşılaştık, halimi hatırımı sorduktan sonra nerede kaldığımı sordu. Birkaç arkadaşla birlikte bir evde kaldığımı söyleyince, kalabalıkta ders çalışamazsınız diye benim bir arkadaşımı da yanıma alarak evlerinin bitişiğindeki boş eve taşınmamı istedi.
      Çocukluk ve okul arkadaşım Tahsin Yaşar Öztürk ile birlikte bekar evindeki eşyalarımızı toplayarak gösterilen boş eve taşındık. Gerçekten de burada rahat etmiştik, arada bir hizmetçilerle  gönderilen yemek ve yiyecekler bize ilaç gibi geliyordu. Birkaç kez de iftar sofralarını bizimle paylaşmışlardı.
      Küfrevi Ailesi, kış aylarını İstanbul’da geçiriyordu, bu dönemlerde Bitlis’te ise metrelerce kar yağıyordu. Böyle olunca boş evin de bazı yapılması zorunlu işleri oluyordu. Evde sürekli kalan hizmetli Temir Efendi bu işlerin üstesinden gelmekte zorlanıyordu. Orada kaldığım süre boyunca Temir Efendi’nin yapamayacağı resmi ya da bazı özel işlemleri yapmakta ona yardımcı oluyor, yaklaşık 15-20 günde bir durumu yazdığım mektuplarla İstanbul’a bildiriyordum.
      Lise bittikten sonra, Öğretmen Okulu fark derslerini vermek için Erciş’e gitmiştim. Bir gün Cesim Küfrevi’nin yeşil pikabını gördüm. Yanına gittiğimde, tıpkı Ahlat’ta olduğu gibi burada da insanlar çevresini sarmış anlattıklarını dinliyorlardı. Beni görünce hemen yanına çağırdı. Konuşmasını kesip hatırımı sordu, durumu anlattım hemen çevresindeki insanlarla vedalaşarak ayrıldı.
      Birlikte yeşil cipine bindik Öğretmen Okulu’nun bulunduğu Ernis’e kadar gittik. Burada beni Okul Müdürü Vahit Gazioğlu ile tanıştırdı ve bana yardımcı olmasını rica etti. Daha sonra vedalaşarak ayrıldık, Muradiye’ye doğru devam ettiler, yanındaki yol arkadaşlarıyla birlikte.
      Bir süre sonra artık Ankara’ya gelmiştim, her bayramda  kendi yaptığım tebrik kartları ile bayramlarını kutluyor, minnettarlığımı ve saygımı belirtiyordum. Daha sonraları vatani görevimi yaparken tayinim Tekirdağ’ın Malkara İlçesine çıkmıştı. Malkara’ya giderken İstanbul’daki evlerini ziyaret etmiş elini öpmüştüm. Askerlik sonrası Ankara’ya dönmüş Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğündeki görevime başlamıştım.
      Bu kez ziyaret faslı Cesim Küfrevi Beye geçmişti. Ankara’ya her yolu düştüğünde beni ziyarete geliyor, kıymetli hediyeleriyle beni mahcup ediyordu. Başbakanlığa geldiği zamanlarda, tıpkı yıllar evvel Ahlat’ta insanları başına topladığı gibi çalışma arkadaşlarımı odaya topluyor, onlara kıymetli hediyeler sunarak beni onurlandırıyordu.
      Bir gün  bir yakınımın vefatı nedeniyle taziye ziyaretinde bulunmak için İstanbul’a gitmiştim, Cesim Küfrevi Bey’e telefon ederek İstanbul’da olduğumu  bildirdiğimde beni Üsküdar’daki evlerine davet etti. İlk kez evlerini görecektim, çok heyecanlıydım. Ailenin tüm bireyleri beni sıcak karşıladılar. Ziyaret olağan süresini aşmaya başlamıştı. Sık sık izin istemeye yelteniyordum, her seferinde daha erken diye geçiştiriliyordu. Sonra benim onlara yapıp bayramlarda gönderdiğim tüm bayram kartlarını önüme serdiler. Bu kartları atmayıp saklamaları beni çok şaşırtmış,  bir o kadar da mutlu etmişti.
      Kaderin cilvesine bakınız ki, 5-6 yaşlarındayken Ahlat’ta başlayan ve zamanla büyüyüp gelişen bu sıcak ilişkinin sonucunda, Cesim Küfrevi Bey’in vefatının ardından naaşının Bitlis’teki Dedesinin yanına defni Kararnamesinin kaleme alınışını Allah bana lütfederek onurlandırmıştı.   

4 Temmuz 2020 Cumartesi

YENİ NORMAL, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


KORONA VİRÜS YAŞAM TARZIMIZI ŞEKİLLENDİRİYOR…
YENİ NORMAL
MASKE, MESAFE VE HİJYENLE YAŞAYACAĞIZ
  Bir virüs tüm dünyayı etkileyebilir mi diye sorsalardı kimse evet diyemezdi, 2020 yılı başlarına
Dur!.. Sosyal Mesafeye Dikkat!..
kadar. Oysa, öyle bir değiştirdi ki, tüm dünyayı muma döndürdü. Uyum sağlayamayanların da gözünün yaşına bakmıyor, alıp götürüyor…
      İyisi mi bilim dünyasının “Yeni Normal” olarak tanımladığı bu  yeni yaşam tarzına elimizden geldiğince uyum sağlamaya çalışalım.
      Türkiye olarak başarılı bir mücadele sergiledik, tüm dünyanın dikkatini üzerimize çekmişken birden işin ciddiyetinden uzaklaşarak sevimsiz sonuçla karşılaşmak durumunda kalmaktan kurtulamadık.
      Bu gevşemenin sadece Ülkemizde  görüldüğünü söylersek haksızlık etmiş oluruz. Gelişmiş Batılı ülkelerde de çok daha ileri boyutta bir umursamazlık görüldüğünü ekranlardan izleme fırsatı bulduk.
      Yeni Normal olarak adlandırılan bu aşamada, halkımızın  güvenini kazanan Bilim Kurulu’nun önerileri doğrultusunda hareket ederek belirtilen kurallara sıkı sıkıya uymak suretiyle bu belayı başımızdan atabileceğiz. Son dönemde vak'alarda görülen artışı göz ardı edemeyiz, aman dikkat…
      Yeni Normal yaşam tarzımız ile daha sağlıklı günlere… 

DURUM TEMMUZ-2020, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


     DURUM
       TEMMUZ 2020
   Değerli Okuyucularımız,
  Korona virüs önlemleri çerçevesinde normalleşme aşamasına geçilmesi üzerine medyadan edinilen bilgilere göre Van Gölü koylarının kampçıların akınına uğradığını öğreniyoruz.
 Van Gölü koylarının cazibesi, turist çekmesi elbetteki yıllar boyu beklediğimiz bir gelişme. Ne var ki içinde bulunduğumuz süreç arzu edilen tabloya pek uygun değil.
  Bunun iki temel nedeni var, birincisi sosyal mesafe kurallarına uyulmaması halinde yeni vak'aların artacağı, ikincisi oraya gelen sayıca fazla kişi ve toplulukların çevre temizliğine gerekli duyarlılığı gösterememesi durumunda ortamın çöp yığınlarına maruz kalacağıdır.
   Bu iki önemli neden aynı zamanda çevre temizliği açısından yerel yönetimlerin, sağlık nedenleriyle de  idari makamların işini oldukça zora sokacaktır.
       Kuşkusuz ilgili makamlar gerekli önlemleri alacaklardır, büyük kentlerimizde  tanık olduğumuz kural ihlallerinden  ders almalıyız.
           Saygıyla…

15 YIL ÖNCE AHLAT GAZETESİ, BİTLİS'E YAZIK DEĞİL Mİ?, OKTAY EKİNCİ

   15 Yıl Önce Ahlat Gazetesi
                                                      EKİM  2003  SAYI  35
   BİTLİS’E YAZIK DEĞİL Mİ?
                                                                            Oktay EKİNCİ
   Gen hafta sonu, Doğubayazıt Kaymakamlığı’nın ev sahipliğiyle yapılan “Tarih, Kültür ve Sanat Sempozyumu”ndan bir gün önce Metin SÖZEN, Oktay BELLİ ve Doğu’nun en usta sürücüsü Mustafa ALÇIN ile birlikte Bitlis’e uğradık…
      12 Eylül 2003 sabahı, Van’dan yola çıkıp tarih boyunca “Anadolu’nun Denizi” olmanın gizemini taşıyan Van Gölü kıyısından Akdamar’ı seyrettikten  sonra 2235 metredeki “Kuzgunkıran Geçidi”ne tırmandık.
Ahdamar Adası

      Batıdan gelen yağmur bulutlarını buradan Van’a geçirmeyen aynı dağların arasındaki ünlü tütün tarlalarını da Bitlis İli’ne armağan eden iklim değişikliğini, doğanın yeşil örtüsüne hayran kalarak yaşadık.
      Yeniden deniz kıyısına inerek Tatvan’a vardığımızda ise artık 25 km kalan Bitlis’e kavuşmak üzere  olmanın heyecanı doruktaydı…
      Geçmişin bu soylu ve muhteşem kentiyle bir kez daha kucaklaşmanın heyecanı öyle kısa sürdü ki, daha kente girer girmez bir garip olduk ve ayrılana kadar da içimiz daraldı…
      Kentin kurulduğu derin vadiyi yaratan Bitlis Çayı  tarih boyunca Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu uygarlıkları arasındaki yegane “ulaşım ve taşınma yolunu” sağlamanın gurunu bile çoktan unutmuş görünüyor…
      Antik çağlar bir yana, 1085’te Melikşah’ın Selçuklu’ya kazandırmasına kadar Arap ve Bizans uygarlıklarıyla bezenen, Dilmaçoğlu Beyliği’ni ağırladıktan sonra da 1540’lardan sonra Osmanlı kimliğiyle vadiyi süsleyen Bitlis, 1230’lardaki Moğol yağmasından bu yana ikinci büyük tahribatını da sanki şu son “apartmanlaşma talanıyla” yaşıyor..
       O kadar ki, örneğin 2700 yıllık Urartu temelleri üzerinde yükselen ve Büyük İskender’in  komutanlarından Badlis’in İ.Ö.332’de inşa ettiği “Bitlis Kalesi” bile artık adını verdiği kentten herhalde “nefret” ediyor olmalı…
Ünlü Mimar Oktay Ekinci
      Çünkü, azman ve çirkin betonarme binalar güzelim tarihi vadiyi doldurmakla kalmamışlar. Bitlis Çayı’nın imi kolu Rabat ve Kosur’un birleştiği yerde, anıtsal bir kayalık üzerinde yer alan görkemli “içkale” surlarına bile “yaslanarak” yükseliyorlar…
      Aynı vadide, yine Bitlis’in dünyadaki en güzel “köprüler kenti” olarak nam salmasına neden olan “akarsu güzergahı”da benzer apartmanlar tarafından çoktan “yok edilmiş” durumda…
      Bu çayın ve eski köprülerin “kent kültürü ve yaşam kaynağı” olduğunu önemsemeyip, korumak yerine betonla kaplayanlar; berbat ve kimliksiz birçok katlı yapılaşmayı da “tam üzerinde” gerçekleştirmişlerdir.
      Şimdi sular bu binaların altından geçerken, yer yer üzeri açık kalan boşluklardan “Bitlis Çayı”nı sadece “çöp ve mikrop kanalı” olarak seyrediyorsunuz.
      İşte bu yürek burkan görüntü içinde yolumuzu şaşırıp, “dönülmez” işaretini de göremeyince, “ters yöndesiniz” diyerek “yasal işlem” yapmaya hazırlanan trafik polisine ister istemez dedim ki: “Bu kentin neresi düz ve yasal ki?..”
      Örneğin, “dere üzerindeki” apartmanlar acaba hangi tapu ve hangi ruhsatla yapılmış?..
      Tarihi kale duvarına “abanan”, eldeki son anıtsal yapıları kuşatan, ünlü “Bitlis’te Beş Minare”
türküsüne de ilham veren tarihi cemileri bile gözden tümüyle ırak kılan bu apartmanlar, hangi “çağdaş planlama” anlayışının ürünüdür?..
     
Tarihi Dokuyu Bozan Plansız Yapılanma
Bu soruları da merak ederek Hükümet Konağı’na girdiğimizde ise aynı pislik ve bakımsızlığın “diz boyu” olduğunu görüyoruz.
      Devletin kente “örnek” olması gereken bu en önemli binasında, “Valilik” bölümü dışındaki tuvaletler bozuk; lavabolar tıkalı ve ağzına kadar kirli su dolu; ortalık ise ilkel ve rezalet bir halde…
      Bitlisliler kimlik değerlerinden galiba bir tek “büryan”ları ile büryan suyuna pişirilen “avşor” adlı sebze türlüsüne değer veriyorlar…
      Eğer onları tadıp ta açlığımızı “yerel lezzetle” gidermiş olmasaydık, bu yazı daha da ağır olacaktı.
      Yazık değil mi bu “efsanevi” kentimize?...
        
      Oktay EKİNCİ, Aslen Karslı Türk mimar, öğretim görevlisi, Mimarlar Odası eski genel başkanı.
      Kars Ardahan Iğdır Siyasal Birikim Gazetesi Köşe yazarı. Ekinci, Cumhuriyet gazetesinde Çed Köşesi adlı köşenin yazarıdır.  Ahlat Gazetesi’nde yazıları yayımlandı
      Oktay Ekinci, 1952 Yılında Balıkesir’de doğdu,  15 Ekim 2013 tarihinde , İstanbul’da aramızdan ayrıldı.

VAN GÖLÜ'NDE DENİZ BAYRAMI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


   VAN GÖLÜ’NDE DENİZ BAYRAMI       
Ahlatlı Genç Yüzücüler Toplu Halde
  O gün erkenden kalkılır hazırlıklara başlanırdı. Birazdan iskeleye vapur yanaşacak, yaşlısı, genci, çoluğu çocuğu, esnafı bakkalı, kentin tüm insanları  vapura doluşacak ve erkenden Tatvan’da yapılacak “Deniz Bayramı”na göl üzerinden gidilecek.
      Büyük bir itiş-kakış’ın ardından vapura binebilenler, binemeyenler, kaçıranlar, çocuğunu bindirip kendisi binemeyenler, iskelede kalanlar yok değildi. Kalanları da üstü açık tentesiz kamyonlar taşıyordu Tatvan’a.
      Temmuz’un birinci gününün “Kabotaj Bayramı” olduğunu, “Kabotaj”ın ne demek olduğunu o yıllarda kimse bilmediği gibi, kimsenin de umurunda değildi. Varsa, yoksa yüzme yarışlarıydı önemli olan. Bunun da bir nedeni vardı elbette. Yapılan tüm yüzme yarışlarının birincileri, ikincileri hatta üçüncüleri bile bu kentin gençleri tarafından kazanılıyordu.
      Bu yarışları kazanan gençler, bölgede ünlerine ün katıyorlardı. Kent halkı öylesine önemsiyordu ki bu yarışları olayını, tüm kent işini gücünü bırakıp bir sel gibi Tatvan’a akıyordu.
      O gün koca kentte, birkaç yaşlı,, birkaç esnaf, birkaç köylü dolaşıyordu ortalarda. Kent bütün sessizliği ile akşam dönüşü ile kimin hangi yarışı kazandığı haberleri ile yaşanmış olayların öykülerini merak ediyordu.
      Genellikle geç saatlerde dönüldüğü için bu öyküler ister istemez ertesi güne sarkıyordu.
      İki iskele vardı Tatvan’da, ikisi arasındaki mesafe de 50 metreydi. Yüzme yarışlarının tek kulvarıydı, sürat yarışları için gidiş-dönüş, mukavemet yarışları için iki gidiş dönüş, kurbağalama ve sırtüstü yarışları için ise sadece gidiş yapılıyordu.
Yüz Metre Sürat Yarışları Başlıyor
      Yapılan tüm yarışların bütün derecelerinin favorileri Ahlatlı gençlerdi. Sonuçlar farklı olmuyor, favoriler yarışları kazanıyordu. Bir tek yarış vardı ki bunu Ahlatlı gençler bir türlü kazanamıyorlardı, yağlı direk yarışıydı bu.
      Dört metre uzunluğunda bir direk iskelenin üzerinden denize paralel olarak uzatılıyor, üzerine kalınca gres yağı sürülüyor, direğin ucuna da şanlı bayrağımız takılıyor. İskelenin üzerinden koşarak gelinip bayrak alınmaya çalışılacak, bayrağı alan yarışı kazanacak. Oldukça zor ama gençler için bir cesaret ve zeka yarışı.
      Bu yarışı Tatvanlı gençler kimseye kaptırmıyorlar. Bir başka yarış da ördek yakalama yarışı. Bir ördek suya bırakılıyor, tüm yarışmacılar ördeği yakalamaya çalışıyorlar, zavallı ördek her yandan yolları kesilmiş olarak çırpınıp kurtulmaya çalıştıkça gençler saldırıyorlar, sonunda yorulup kendisini şans kimden yana ise onun  ellerine teslim ediyor.
      Yarışların ardından ödül töreni başlıyor.
      Kazananlara ya bir kalem, ya bir çorap ya da bir atlet veriliyor, o günün bütçe koşullarında. Burada asıl olan ödül değil, kazanılan yarıştı kuşkusuz ve tüm yarışları Ahlatlılar kazandı övgüsü.
      Yarışan, yorulan, acıkan gençlerle, saatlerce o kızgın güneşin altında yarışmaları seyreden halk, yarışlar sonuçlanır sonuçlanmaz soluğu kentin lokantalarında, çay ocaklarında, bakkallarında alıyor. Bu tür yerler yılda bir kez yaşadıkları bu olağandışı durum karşısında, almış oldukları tüm önlemlere karşın hizmette beklenilen randımanı gösteremiyorlar.
      Saatler alıyor aşırı miktardaki müşterileri doyurmak.  İlave mönüler hazırlamaları da yetmiyor, çoğu insan aç kalıyor, yiyecek bir şey bulamıyor.
      Lokantalar yemeklerini, fırınlar ekmeklerini, bakkallar bisküitlerini tüketiyorlar bu deniz bayramında.
      Günün akşamı vapurun kalkış saatine kadar olan kısmı ise ya kentin çarşısını ve sokaklarını gezmekle ya da o gün oynanacak Tatvanspor-Bitlisspor futbol maçını izlemekle geçiyor. Vapurun kalkış saatine yakın uzun uzun çalan düdüğü, adeta yetişmeyen kalır uyarısı yapıyor. Bir hücumdur başlıyor 2 Nisan adlı vapura, binemeyenler de, yetişemeyenlerde olmuyor değil.
     
Yağlı Direkten Bayrak Alma Yarışması
Yorgun geçen gün, uzun süre güneş altında kalmanın ödülü de güneşten yanmış kıpkırmızı suratlar, derisi soyulmuş burunlar olur ve günler boyu canlılığını korurdu.
      Deniz bayramı tefrikaları ertesi günün sabahıyla birlikte dilden dile dolaşmaya başlardı. Kim kimi nasıl geçmiş, kim yarışı nasıl kazanmış, kim iyi, kim değil, sürüp giderdi, bir sonraki yıl yapılacak deniz bayramına kadar.
      Yılda bir kere bile olsa, bu sosyal etkinlikle, gençler enerjilerini atmak, güçlerini göstermek, yeteneklerini sergilemek için bir fırsat buluyorlardı. Ama burada üzerinde durulması gereken ilginç bir husus vardı. Bir kentin tüm gençlerinin bir spor dalında sergiledikleri üstün bir toplu başarı…
      Bu başarı öyküsünü devletimizin ilgili kuruluşlarına bir türlü anlatamadık. Bu kentin gençlerinin yüzmeye karşı aşırı bir yetenekleri ve ilgileri var.
      Ülke olarak hemen her alanda tüm dünyaya sesimizi duyurduk, bir yüzme sporunda bunu başaramadık. Ahlat’tan bu yetenekli sporcuların performanslarını artırmak için buraya bir kapalı yüzme havuzu yapamadık. Çok mu zor ya da pahalı, merak ediyoruz, acaba Gençlik ve Spor Bakanımız bu konuda ne düşünüyorlar?...

30 Mayıs 2020 Cumartesi

DURUM HAZİRAN 2020, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU



2020 HAZİRAN
    DURUM
      Değerli Okuyucularımız,
      Bu sayıda Gazetemizin yayın politikası ve ilkeleri  konusunda  sizi bilgilendirmek istiyoruz.
      Bilindiği gibi Ahlat Gazetesi, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın yayın organıdır.
      Bu misyonumuzla yarı resmi bir sorumluluğun bilinci içinde hareket etmek durumundayız.
      Bu nedenle yayın politikamızda ne kimsenin yanında olmak, ne de karşı olmak gibi bir yaklaşımımızın olmadığını ve olamayacağını belirtmek isteriz.
      Zaman zaman  ülkemizin genel politikasına uygun olmayan, toplumda derin ayrışmalara yol açabilecek, çeşitli tartışma ve sürtüşmelere neden olabilecek yazı, makale ve raporlar, yayımlanmak üzere bize gönderilmektedir.
      Elimizden geldiğince  bu tür  önerileri ve istekleri Gazetemiz sayfalarına taşımıyoruz.
      Bu bakımdan gerekli duyarlılığın gösterilmesini diliyor, anlayışınız için  teşekkürlerimizi sunuyor, esenlikler diliyoruz…
      Saygıyla…

NİOBE VE MANİSA TARZANI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU


NİOBE VE MANİSA TARZANI
Mazlum Yegül, Ahlat’ın efsanevi Kaymakamı, Cumhuriyetin kuruluşunun ardından baştan aşağı yeniden
Niobe Tablosu
inşa edilen Anadolu’nun her yöresinde olduğu gibi, Ahlat’ın virane halini, modern bir yapıya kavuşturmak için kolları sıvamıştı.
      Ahlat’ı  modern bir kent olarak yeni baştan inşa ettirmiş,  adının,  Ahlat’ın en önemli caddesine verilmesini gerçekleştirerek ölümsüzleştirmişti.
      Buradaki görevini başarı ile tamamladıktan sonra daha üst makamlara atanmış,  Ahlat Kaymakamlığına da Kenan Aybek adında genç bir kaymakam atanmış atanmış, Mazlum Yegül’ün tamamlayamadığı işleri büyük bir çabayla tamamlamaya çalışıyordu.
      Caddeler, sokaklar tamamlanmış, kent parkı ve meydanı inşa ediliyordu. Park için Yamlar mevkiinden getirilen doğal çimlerden çiçek tarhları yapılacaktı. Ahlat’ta bu işi yapabilecek bilgi birikimine sahip, deneyimli kimse yoktu.
      O dönemde, işlediği bir suçtan dolayı, aldığı hapis cezasını çektikten sonra, cezanın devamı olarak Ahlat’a sürgün olarak gönderilen  Manisalı Şevket adında biri vardı. Sürgün Şevket, her gün Polis Karakoluna giderek imza veriyor, sair zamanlarda ise çarşı içinde bir o yana bir bu yana gezip duruyordu.
      İşin ilginç yanı, Manisalı Sürgün Şevket, park ve bahçe işlerinden biraz anlıyordu. Bu durum, Kaymakam Kenan Aybek’in kulağına gitmişti. Kenan Aybek, Sürgün Şevket’i  Makamına çağırarak bu işin üstesinden gelip gelemeyeceğini sorduğunda, Şevket’in gözlerinde bir ışıltı meydana gelmişti.
      Çünkü Şevket, daha önce, Manisa’yı güllük gülistanlık haline getiren “Manisa Tarzanı”nın çıraklarından biriydi. Sıkıntıdan patlıyordu, hem kendine bir uğraş bulmuş olacak hem de az da olsa  cebine bir miktar para girecekti.
     
Niobe Ağlayan Kaya
Sürgün Şevket, dört elle işine sarıldı, gece gündüz çalıştı, çabaladı ve Ahlat Kent Parkını, çevredeki diğer tüm yerleşim merkezlerini kıskandıracak bir güzelliğe kavuşturdu. Parkın orta yerine de Van Gölü şeklinde fıskiyeli bir havuz yapıldı.
      Sürgün Şevket, çiçek tarhlarını yaparken davetsiz bir misafiri vardı. Karşısına geçer onu dakikalarca izlerdi. Şevket, işinden başını kaldırıp bakmazdı bile. Bu davetsiz misafir,  Şevketin çimleri nasıl kestiğini, nasıl yerleştirdiğini,  aletleri nasıl kullandığını, şakülünü, çekicini, ipini, malasını dikkatle izler, yorulduktan sonra çeker giderdi.
      Park,  tamamlanınca Ahlat halkının bir övünç kaynağı olmuştu adeta. Kaymakam Kenan Aybek ise yapmış olduğu bu hizmetten dolayı son derece mutluydu. Mutluluğunu aradan uzun yıllar geçtikten sonra Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevi yaptığı dönemde, Sürgün Şevket’in çalışmalarını izleyen davetsiz misafirine, yani bana büyük bir gururla anlatmıştı.
      Bana Ahlat’ı sordu, Kent Parkını sordu, merak ediyordu, acaba hala yerinde duruyor mu, yoksa yerine başka bir şey mi yapılmış?
      Dilimin döndüğünce, Kent Parkı’nın Ahlat için ne kadar önemli olduğunu, sadece Ahlat halkının değil, çevreden gelen pek çok insan için çok önemli bir dinlenme alanı olduğunu anlattım.
      Ahlatlılar olarak, bu kadar önemli bir alanı değerlendirip park haline getirmiş olmalarından dolayı kendilerine minnettar olduğumuzu anlattım.
      Uzun yıllar birlikte, aynı mekanda hizmet ettik. Ne büyük bir eksikliktir ki, günün koşulları gereği onu emeklilik döneminde aramak sormak ya da alıp Ahlat’a götürmek mümkün olamadı.
      Lise yıllarımda, ergenlik çağının da etkisiyle olacak, derslerle pek uyum içinde olamıyordum. Bu durum babamın da canını oldukça sıkıyor olmalıydı. Artık çekilmez olmuştu, bir çözüm arayışında başarılı olamamış,  çareyi evden kaçmakta bulmuştum.
      Gidebileceğim tek bir yer vardı, Manisa. Çünkü orada babamın teyzesinin oğlu Hasan Amca vardı. Hasan Amca’nın çocukluğu babamla birlikte, yokluk ve fakirlik içinde geçmiş. Babam çıkış yolunu Ahlat’ta bulmuşken, Hasan Amca da Manisa’da kendine bir meslek edinmişti.
      Dişçilik yapıyordu, işleri iyiydi,  üç çocuğu vardı. Hakkında anlatılanlardan etkilenmiş ve orada kendime bir çıkış yolu bulabileceğim hayaline kapılmıştım.
      Trene atladığım gibi, soluğu Manisa’da aldım. Bu benim evden ilk kaçışımdı. Daha sonraları bir kere daha kaçacağımı hayal bile edemezdim.
      Hasan Amca’nın oğlu Süleyman ile iyi anlaşıyorduk. Ahlat’ta görmek değil, hayal bile edemeyeceğim sosyal bir yaşamı vardı.  Süleyman’ın yaşı benden küçük ama arkadaşları, motosikleti, futbol maçları, olanakları, okuldaki başarısı ile  benim bir hayli üzerimde bir yaşam standardı vardı. Sonradan İstanbul Tıp Fakültesi sınavlarını kazanmıştı.
      Süleyman, bu olanakları ile beni de ihmal etmiyor, fırsat buldukça birçok şeyi benimle paylaşıyordu. Bu sayede, Manisa’yı,  Manisa Tarzanını, İzmir’i, İzmir Enternasyonal Fuarını görme fırsatını bulmuştum.
       Bir gün dedi ki, hadi Niobe’ye gidelim,  tabi ben Niobe’nin ne olduğunu bilmiyordum. Erkenden yola koyulduk. Motosikletinin arkasına oturdum, yeşillikler içinden, dar yollardan, çamların arasından yokuş yukarı bir hayli tırmandık, sonunda yüksekçe bir kayanın önünde durduk.
Ahmet Bedevi
      Kayanın üzerinde bir ıslaklık göze çarpıyordu ve genel olarak şekli bir kadın başını andırıyordu. Bu
Yüzden bu kayaya “Ağlayan Kaya” deniyormuş.
      Süleyman, dili döndüğünce  bana anlatmaya  başladı, Yunan Mitolojisine ve efsaneye göre, Tantalos adlı yarı tanrının kızının adıymış Niobe. Çocukluğu bu yörede geçmiş. Daha sonra Kral Amphion ile evlenmiş ve yedisi kız, yedisi oğlan olmak üzere 14 çocuk dünyaya getirmiş.
      Niobe, bu kadar çok çocuğa sahip olduğu için kendisiyle pek gururlanırmış. Zamanla diğer kadınları küçümsemeye, çarşıda açıkça kendini övmeye başlamış “Hepinizden üstünüm ben” diyormuş, diğer kadınlara “hanginizin benim kadar çok çocuğu var? Analık konusunda Leto bile aşık atamaz benimle”. Leto adını duyan kadınlar korkuyla “aman sus Niobe”  diyorlarmış “Leto böyle konuştuğunu bir duyarsa”.
      “Duyarsa duysun” dermiş  Niobe bağıra bağıra.  Bunu duyan Leto, Niobe’nin çocuklarının öldürülmesi emrini vermiş.  Çocukları öldürülen Niobe, bu büyük acı karşısında o anda orada taş kesilmiş. Üzerindeki ıslaklık ise gözyaşları imiş.
      Bir başka gün, Süleyman Manisa Tarzanı’nın mekanı olan bir yere götürdü. Manisa Tarzanı sözü bir anda beni yıllar öncesine götürdü. Ahlat’ta Kent Parkının çiçek tarhlarını yapan Manisalı ve Manisa Tarzanı’nın çırağı olduğunu söyleyen Sürgün Şevket’i anımsadım.
      Hayalimde yer eden Manisa Tarzanı imajını ise Süleyman anlattıkları ile bambaşka bir yere oturttum.  O günlerde Tarzan’ın birkaç ay önce öldüğünü duyunca, onu görememenin hüznü kapladı içimi. Manisa’nın sembolü olan, çevreci kimliğiyle tanınan  ’Manisa Tarzanı’nın asıl adı  Ahmet Bedevi imiş. Manisa’da çevre bilinci ve duyarlılığının ışıklarını yakan, efsanevi yaşamı ile sadece Manisalıların değil tüm Türkiye’nin ilgisini çekmeyi başarmış bir doğa dostu.
      Ahmet Bedevi,  nüfus kaydındaki adıyla Ahmeddin Carlak, 1899’da Bağdat’ta doğmuş.. Dağlarda yaşamaya başlamadan önce başarılı bir askermiş. Kurtuluş Savaşı’ndan önce Türk Ordusu’nda er olarak askerlik görevine başlamış.
Manisa Tarzanı
      Ardından Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve 4,5 yıl boyunca savaşta gösterdiği başarı ve yararlılıklardan ötürü “Kırmızı Şeritli İstiklal Madalyası”na layık görülerek terhis olmuş ve yolu Manisa’ya düşmüş.
      Cumhuriyet ilan edilmesinden birkaç yıl sonra Manisa’ya yerleşmiş ve Spil Dağı’nda Topkale adıyla anılan dağlık yörede kendine bir kulübe yaparak yaşamını orada sürdürmeye başlamış.
      Kentin ağaçlandırılması için olağanüstü çaba harcamış. Çalışmaları, kişiliği ve yaşam tarzıyla çevrecilerin sembolü olmuş., Manisa’nın simgesi haline gelmiş.
      1924’ten sonra saçını ve sakalını kesmeyen, üzerine sadece bir şort giyen Bedevi, bu tarzıyla ve doğayla uyumlu yaşamı nedeniyle Tarzan’a benzetilmiş ve ’Manisa Tarzanı’ olarak anılmaya başlanmış.
      Benim Manisa’ya gidişim 1964 yılıydı. Ahmet Bedevi,  birkaç ay evvel 1963 yılında yaşamını yitirmişti.
      Kent meydanının bir köşesinde güzelce bir mekanın  önündeydik. Süleyman buranın Manisa Turizm Müdürlüğü olduğunu söyledi.  Her tarafı Manisa Tarzanı’nın resimleri ile donatılmıştı.
      Ölümünün ardından hiçbir şeye dokunulmamış her şey olduğu gibi duruyordu. Belli ki ilgililer Tarzan’ın ölümünün ardından nasıl hareket edecekleri konusunda henüz bir karara varmış değillerdi. Bir süre sonra basında Manisa Tarzanı’nın bir heykelinin  yapılacağı haberleri yer almaya başlamıştı. Daha sonraları yapılıp parklardan birine yerleştirildi. Bu arada Manisalılar Tarzan için bir kütüphane, ya da bir kültür merkezi açarlar diye umut ediyordum, ancak sadece onun kulübesinin bir benzerini yapmışlardı.
O günlerdeki ben
      Süleyman’ın sosyal bir çevresi vardı, hafta sonları arkadaşları ile futbol maçları yapıyorlardı. Beni de davet etti ve takımda futbol oynamamı istedi. Ne var ki benim futbolla uzak yakın hiç alakam yoktu. Ben kenarda bekledim, maç bitti, motosiklete binip eve döndük.
      Biz, daha  kapıya adımımızı atmadan evin kapısı usulca açıldı, Hasan amca motosikletin sesini duymuş ve kapıya gelmişti. Bu durumdan ben bir anormalliğin olduğunu  izlenimi edindim. İçeri girdik, oturma odasına geçtik baş köşede babamı sakin bir halde oturuyor vaziyette gördüm. 
      Şok olmuştum, ne çabuk beni buldu diye. Hem buraya geldiğimi nereden bildi, bir türlü inanamıyordum. Yollara düşmüş, araya araya gelip beni bulmuştu.
      Babamın elini öpüp hoş geldin dedim, süt dökmüş kedi gibi bir kenara kıvrıldım.  Buz gibi hava evi sarıp sarmaladı. Hasan Amca, görmüş geçirmiş birisiydi, benim bu ezik halimi görünce, dayanamamış, bana ilgi göstermeye başlamış, çok geçmeden evdeki soğuk havayı gidermeyi başarmıştı.
      Birkaç gün kaldı babam, birlikte Manisa’yı gezdik, artık yavaş yavaş geriye dönüşün  zamanı geliyordu. Manisa garından trene bindik,. Hasan Amca ve ailesi bizi uğurlamaya  geldiler. Hüzünlü bir ayrılıktan sonra  Ahlat’a döndük.
      Bu evden kaçış, o yıl eğitimimi aynı sınıfta geçirmeme neden olmuş, hiç kuşkusuz ufkumu açmış, bilgi dağarcığımı bir hayli zenginleştirmişti.