26 Ekim 2017 Perşembe

TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİNİN BÖLGESEL POLİTİKALARA ETKİSİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI,

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ TARAFINDAN BİTLİS’TE YAPILAN
TÜRK-ERMENİ İLİŞKİLERİNİN BÖLGESEL POLİTİKALARA ETKİSİ
İlhami Nalbantoğlu Sunumunu Yaparken
KONULU  ULUSLARARASI SEMPOZYUMUN KİTABI YAYIMLANDI
    Atatürk Araştırma Merkezi tarafından 12-14 Mayıs 2016 tarihinde Bitlis Valiliği ve Bitlis Eren Üniversitesi Rektörlüğünün katkılarıyla Bitlis’te düzenlenen  “19, Yüzyıldan Günümüze Türk-Ermeni İlişkilerinin Bölgesel Politikalara Etkisi” konulu Uluslararası Sempozyumun  Kitabı  yayımlandı.
789 sayfadan oluşan, 49 akademisyenin   Kurul Üyesi olarak görev aldığı Uluslararası Sempozyum Kitabında 46 bilim insanı, araştırmacı, yazar, eğitimci ve uzmanın tebliğleri yer aldı.
Ahlat Kültür Sanat Ve Çevre Vakfı Başkanı

İlhami Nalbantoğlu, Uluslararası bu Sempozyumda bir tebliği sunarak bazı bilgi, belge ve fotoğrafları gün yüzüne çıkararak tarihe not düştü.

DURUM-KASIM 2017, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI

DURUM-KASIM 2017
         
         Değerli okuyucularımız,
       Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı olarak 2017 Yılında çok verimli bir sanat ve kültür sezonu geçirme fırsatımız oldu. Bu yılın, Mayıs ayı içinde İran’ın Tebriz Kenti’nde bir uluslararası sanatsal etkinliğe, Eylül ayı içinde ise Bulgaristan’ın Varna Kenti’nde başka bir uluslararası sanatsal etkinliğe katılarak kültürümüzden örnekler sunduk.
     Tebriz, Doğu’nun gelişmiş modern bir kenti, Varna ise, Batı’nın gelişmiş  modern bir kenti. Hal öyle olunca bize de Doğu ve Batı  kültürleri arasında bir karşılaştırma yapma  şansı doğdu. Her ikisi de zengin ve köklü kültürler. İnsan derseniz heryerde aynı. Ne var ki yaşam biçimleri çok değişik ve farklı.
    Bize gelince, biz, büyük insan, devlet adamı Mustafa Kemal Atatürk’ün önümüze koyduğu hedefler doğrultusunda yönümüzü Batı’ya dönmüş, modern, çağdaş, laik bir yaşam tarzını benimsemişiz. Bu yaşam tarzımızla sadece bu ülkelerin değil, pek çok ülkenin daha ilerisinde bir kültürel zenginliğe sahip  olduğumuzu göğsümüzü kabartarak gururla söyleyebiliriz.
           Saygılarımızla…

22 Ekim 2017 Pazar

AHLAT ŞENLİKLERİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI,

AHLAT ŞENLİKLERİ
Abdullah TEKİN
Televizyon ekranlarında izlediğim  “Ahlat Şenlikleri” derme-çatma bir  yaklaşımın  sergilendiği okul müsameresi şeklindeydi. Başka kentlerden getirilen halk oyunları topluluklarının heyecansız ve zevksiz gösterimini  okçuluk sporuna verilen önem  (!) izledi.
Ahlat Kültür Haftası'nın Çalışma Ofisi
Okçulukla ilgili yaklaşımların siyasal  bir zemine oturtulduğu noktada  bu alanda  kırık-dökük çabaların harcanması nasıl yorumlanmalıdır acaba?
Anlaşılmayan bu tutum mevcut yönetime  siyasal bir selam gönderme  bir çok yerleşime uygun olabilirdi belki ama Ahlat için değil,
Ahlat erdemli, onurlu duruşuyla örnek bir tavır  sergilemeliydi. Anımsanmalıdır ki Ahlat İslamiyetin bütün ağırlığına karşın Türklere ait özellikleri ve Türk  kültürünü korumayı başarmış bir yerleşimdir. Böyle olunca Ahlat şenlikleri coşkulu  bir çizgide, açık oturumlar, konferanslar, bildiriler, paneller düzenlenerek gerekleştirilmeliydi.
Davet edilseydi Ahlatlı ünlü sanatçı Onur Akın böyle bir düzenlemede yer almaz mıydı ?
Dağınık bir konuma sahip olduğu anımsanarak  Tunus ile Tahtı Süleyman yerleşimleri  arasında Kale, İki Kubbe ve Ergezen’i de içine alan bir güzergahta konuklar gezdirilebilir ve Ahlat tanıtılabilirdi.
Bu çerçevede geleneksel yemekler kültürel bir sunum biçiminde  verilebilirdi. Bu tür bir kent içi gezi aşamasında kültür  ürünleri somut bir biçimde  öne çıkarılabilirdi. Örneğin Kale yerleşimindeki “Davulhanede”  bir mehter gösterisi sergilenebi-
lirdi.
            Ayrı bir alandaki “Kadılar Mezarlığı” nın ziyaret edilmesi, Ahlat’ta adalet kavramına verilen önemle duyulan saygınlığın somut anlatımı  Ahlat’ın tanıtımı bağlamında dikkat çekici bir yaklaşım olarak  sergilenebilirdi.
Aynı  çizgide Erzen Hatun  kümbetinin bir anıt mezar niteliğindeki yapısı hem kadına duyulan saygının bir  anlatımı hem de isminin arı-duruluğu açısından değer bulurdu.
            Simavna Kadısı Şeyh Bedrettin’in Hocası konumundaki Şeyh Hüseyin Ahlati  başta olmak üzere Ahlatlı bilgelerin çalışmaları ve yapıtları ortaya  çıkarılmalı bu çabalara  koşut olarak Ahlat’ta yaşadığı belirtilen Dede  Korkut Destanı  araştırılabilirdi. Dedem Korkut’un konuşma dili bugün Ahlat’taki konuşma diliyle aynıdır.
12OO’lü yıllarda  Horasan’dan gelip Anadolu’ya dağılan  ve burayı “mesken tutan”  Kayı topluluğu Van Gölü’nün kıyısındaki  Ahlat’a yerleşmişlerdir. Böylelikle kaç-göç türündeki edimler sona ermiş ve kültür sanat çerçevesinde başarılı  çalışmaların göze çarptığı dönemler başlamıştır.
            Bu tür kırık dökük ve günah savma şeklinde değer bulan  şenlikler  Ahlat’a yakışmıyor doğrusu.

21 Ekim 2017 Cumartesi

MAHALLEMİZİN AYDINLIK YÜZLÜ MUHTARI, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

MAHALLEMİZİN AYDINLIK YÜZLÜ MUHTARI
NURTEN İŞÇİ
Nurten İşçi
Ankara, Çankaya Güzeltepe Mahallesi Muhtarı, Nurten İşçi, doğma büyüme Ankaralı. Özel sektörden emekli oldu. Bir oğlu, iki erkek torunu, bir ablası var. Ülkede ve Dünyada yaşanan olayları takip eden, çevresine, insanlara, duyarlı, yürekli bir aydın kadın.
7 Haziran 2009 seçimlerinde,  Güzeltepe Mahallesi  eski Muhtarı, senelerdir yaptığı Muhtarlığı yine kazanıyor. Fakat karşı aday, bu Mahallede oturmuyor, taşındı diyerek İlçe Seçim Kuruluna şikayet ediyor ve seçim iptal ediliyor. 
Şikayet eden aday, yerine ben gelirim diye düşünüyor. Ama evdeki hesap çarşıya uymuyor. Türkiye genelinde, şaibe, şikayet, usule uygun olmayan seçimler yenileniyor. Bu nedenle karşı aday da seçilemiyor.
Nurten İşçi, bir gün Eski  Muhtardan tesadüfen yerleşim belgesi, yani eski adıyla ikametgah ilmuhaberi almaya gitmiş.  Hayırlı olsun dediğinde, çok sinirli bir şekilde;  “Ne hayırlısı kızım. Marketçi beni işimden etti. Burası benim evim gibiydi. Seçimler yenileniyor, ben bir daha muhtar olamıyorum, bu mahalleden taşındığım için” demiş. Biraz konuştuktan sonra, “Gel seni yapalım Muhtar, kadın olsun daha iyi olur.” sözü üzerine “Benim sorumluluklarım çok teşekkür ederim,  olamam.” demiş. 
O gün, aynı binada  oturan  İhtiyar Heyeti’nde olan bir komşusu; “Hanımefendi, siz çevrenize, insanlara çok duyarlısınız, gelin sizi Muhtar seçelim lütfen. Bir Kadın eli değsin mahallemize.” diye ısrar etmiş.  Ailesi de; “Hep söylerdin Çankaya Belediye Başkanı bir kadın olmalı, hatta ben olmalıyım, diye şaka yapardın, bak muhtar olacaksın gördün mü? Bizce de çok iyi olur.” diyince  ısrarlar karşısında kabul etmiş. 
14 gün süre varmış. Karar verir vermez hemen Kızılay’da bir kırtasiyeye gitmiş.. Bir resim vermiş, kendisi için, küçük bir broşür örneği, eski Muhtar adına da ayrılık teşekkür mektubu hazırlamış. Geriye bunların dağıtılması  kalmıştı. 
Tüm Mahalleyi, binaları, daireleri tek tek dolaşarak,  broşürünü, eski Muhtar adına da teşekkür yazısı ve seçmen kağıtlarını da ilave ederek Mahalle sakinlerine kendisini, abartmadan, vaatlerde bulunmadan tanıtmış. Muhtarlık seçimine gireceğini söylemiş. Muhtarlık için adımlarını hızla atmış, ailesi ona çok destek ve yardımcı olmuş.  Onlara çok şey borçlu olduğunu söylüyor. 
Yenilenen seçimde, eski Muhtarın karşı adayı yine seçime girmiş. Fakat Güzeltepeliler yıllar sonra bir Kadın Muhtarımız olsun demiş ve Nurten İşçi’yi  seçmişler. Adı gibi güzel bir Mahallenin Muhtarı olmaktan  onur duyduğunu söylüyor. 
2014 yerel seçimlerde tekrar seçilmiş. Seçim öncesi, yaşlı insanlara seçmen kağıtlarını götürdüğü gün, çok sevdiği ablasını kanserden kaybetmiş. Çok acılı bir süreç geçirmiş. “Zaten sen çalışmadan yapamazsın, devam et demiş.”  Onun çok etkisi olmuş 2. defa Muhtarlık kararında. 
2.Döneminde. Güzeltepe Mahallemizin değerli saygıdeğer insanlarına çok teşekkür ettiğini belirtiyor. “Özel ve güzel bir mahallemiz var. Ne mutlu bizlere.” diyor. 
Sözlerine, “Muhtarlığa Allah izin ve sağlık verdiği sürece devam ediyorum. Sevilmek, saygı duyulmak çok güzel duygular.  Sevgi, saygı, terbiye, görgü her işte hayatın temel taşları diye düşünüyorum.  Sorunları, istekleri en kısa sürede çözmek için mücadeleci bir muhtarım. Pes etmek bana göre değil.” 
Atamızın Türk Kadınlarına verdiği yüksek değerle, elimden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyorum. Böyle büyük ölümsüz Liderin Ülkesinde yaşamaktan gurur duymaktayım.  Çok çalışmak ve mücadele bizim karakterimiz. Çalıştıkça mutluyum, gururluyum. Güzeltepe Mahallesi sakinleriyle, esnafıyla, Büyük şehir ve Çankaya Belediyesi temizlik işçileri, birim amirleri, Maliyecileri, Zabıtaları,  taksi durakları şoförleri, yoldaki simitçisi ile biz büyük bir Aileyiz.  Hayat; Allah tarafından kısa süreliğine verilmiş bir armağan. Arzum; elimden geldiğince, hatta daha da fazla bu armağanı gözüm gibi korumak, gözetmek ve güzelleştirmektir. Diye ekliyor.
Nurten İşçi, Türkiye' de ilk defa resmi web sitesi açıp  'Postanız Var' bölümüyle vatandaşlara büyük kolaylık sağlıyor.
Başarı dileklerimizle… 
                             www.guzeltepemahallesi.com

17 Ekim 2017 Salı

EVDEN KAÇMALARIM!..-I AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

EVDEN KAÇMALARIM!..-I
Lise birden ikinci sınıfa geçerken iki dersten bütünlemeye kalmıştım.
İlhami Nalbantoğlu
Bütünleme sınavları okulların açılmasına
  kısa bir süre kalmasına yakın yapılıyordu. Sınav tarihlerini öğrenmek için Bitlis’e gitmek gerekiyordu. Otobüse binmek üzereyken arkadaşım Necmettin  Aydoğan ile karşılaştım. Bana nereye gittiğimi sordu, durumu anlattım. Bana rica etti, “Nolursun benim sınav günüme de bak, bir de ben gitmeyeyim”dedi. Tabi ki bakarım diyerek ayrıldıktan sonra otobüse binip Bitlis’e gittim. İlk işim Liseye gidip sınav günlerini gösteren listeye bakmak oldu. Ben listeye bakarken yeni yapılmış olan lise binasının duvarlarından çatırtı sesleri gelmeye başladı. Koca lise binası beşik gibi sallanıyordu. Ben o telaşla listedeki sınav günlerine acele ile bakıp tarihleri kafama not ettikten sonra kendimi telaşla dışarı attım. Binanın sallanışı dışarıdan daha net görünüyordu. O sırada büyük yıkıma neden olan “Varto Depremi” olduğunu sonradan öğrendik.
            Benim bütünlemeye kaldığım derslerden biri Fizik diğeri de Cebir’di. Fizik sınavının içinde bulunduğumuz ayın 18’inde olduğunu not almıştım. Cebir sınavı daha sonraki bir tarihteydi.
            Ahlat’a döndüğümde arkadaşım Necmettin Aydoğan’ı beni bekliyor buldum, sordu bana öğrendiğim tarihi ona bildirdim, teşekkür etti ayrıldık.
            Sınava bir gün kala, yani ayın 17’sinde ben ertesi gün sınava girmek üzere Bitlis’e gittim. Yolda karşılaştığım Bitlisli arkadaşlarım bana şaşkın şaşkın bakıyorlardı, bu durum dikkatimi çekti. Ben daha onlara sonradan onlar bana, bugünkü sınava niye gelmediğimi sormaya başladılar. Şaşkındım, meğer  Fizik sınavı o gün yapılmış. Öğretmenler dahil benim niye sınava gelmediğimi merak ettiklerini bana anlattılar. Ben ise sınavın ayın 18’inde yani yarın yapılacağını bildiğimi anlattım. İş isten geçmişti, sınavı kaçırmıştım. Sınıfı geçmek için Cebir sınavını mutlaka geçmem gerekiyordu. Geçemezsem sınıfta kayacaktım.
            Ben kendi sınav tarihimi yanlış aldığım gibi, arkadaşım Necmettin Aydoğan’ın sınav tarihini de yanlış, yani bir gün sonraya almışım meğer. Ben kendi yağımla kavrulurken bu durum aklımın köşesinden bile geçmedi. Aynen benim gibi o da sınava bir gün sonra gelerek sınavını kaçırmıştı.
            Bu olaya kendi sınavımı kaçırmaktan daha çok üzüldüm. Ancak bunu anlatacak durumda değildim, anlatsam da anlayışla karşılanacağını sanmıyordum. Arkadaşım ve ailesi bunu benim kasıtlı yaptığımı yüzüme haykırdılar.
            Oysa ben, ne o tarihlerde, ne de sonraki dönemlerde böyle bir davranışı, böyle bir ihaneti asla ve kat’a aklımın köşesinden bile geçirebilecek bir kafa yapısında değildim. Çok ağır bir itham karşısında kalmıştım, dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyordum ancak arkadaşımın ağabeyi beni hunharca hırpalıyor, aşağılıyor ve suçluyordu.
Bitlis'ten Bir Görünüm
            Bu ithamlar karşısında inanılmaz moral çöküntüsü içine düşmekten kendimi kurtaramıyordum. Dolayısıyla bir sonraki Cebir dersi sınavım için de gerekli motivasyonu sağlayamıyordum. Çünkü bu gelişmeleri babama izah edebilecek durumda değildim. Babamın şiddetine maruz kalmamak  için daha sınava girmeden olabilecek gelişmelere karşın kaçış planları yapıyordum.
            Annemin  ahşaptan yapılmış bir kumbarası vardı, bunu babam yapmıştı. Büyükçe bir kutuydu. Üstten para atma yeri vardı, kapağı ise anahtarla açılıyordu. Anahtarı annem saklamıştı. İçinde gümüş 50 kuruşluk ve bir liralıklar vardı. O dönemde bir liranın  alım gücü yüksekti. Büyük uğraşlar sonucu kumbaranın içinden birkaç tane gümüş lira çıkarabiliyordum. Birkaç gün annemden ya da babamdan para istemeden idare edebiliyordum.
            Evden kaçma fikri iyice kafama yatınca, annemin kumbarasının menteşesinin pimini sökmeyi başarmıştım.  Elli tane gümüş bir liralık o gün için iyi sayılacak bir miktardı. Beni rahatlıkla Türkiye’nin her yerine götürebiliyordu.
            Cebir dersi sınavına giderken parayı yanıma aldım, duruma göre hareket edecektim. Sınavda başarılı olursam sınıfımı geçeceğim için Ahlat’a dönecektim. Başarısız olursam Ahlat’a dönmeyi göze alamayacağımı düşünüyordum.
            Sınav çok kötü geçmişti, yeni bir macera artık kaçınılmazdı.  Okuldan çıkıp Gökmeydan Yokuşundan aşağıya doğru inmeye başladım. Dalgın ve düşünceli bir şekilde çarşının içinden geçip Şerefhan Camisinin önüne kadar gelmiştim. Tam orada duran bir otobüsün muavinin “Hadi Diyarbakır, Diyarbakır, hemen kalkıyor.” bağırdığını duydum. Otobüsün arka kapısı açıktı, muavin gelen yolcuları buradan alıyordu. Benden başka yolcu çıkmadı ve biraz sonra otobüs hareket etti.
            Diyarbakır’a nasıl geldiğimi, ne yaptığımı hatırlamıyorum, hatırladığım tren istasyonunda bilet gişesinden bir “Manisa” tren bileti aldığımdır. Posta treniydi, kömürle çalışıyordu, kalkmak üzereyken birkaç asker koşarak trene bindiler. Birkaçı benim olduğum kompartmana geldiler, bazıları da bitişik kompartmana yerleştiler. Tren hareket etti, yolculuğumuz tam tamına üç gün sürdü. Manise istasyonunda indiğimde başım dönüyordu, kendimi hala trende gidiyor sanıyordum. Yürüyemedim bir duvarın üzerine oturdum, uykusuzluktan gözlerim kapanıyordu, hemen bütçeme uygun ucuz bir otel bulup bir oda kiraladım. Odadaki aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Kömürlü trenin dumanından simsiyah olmuştum, sadece yüzüm değil elbiselerimde kömür tozundan simsiyah olmuştu.
            Gömleğimi çıkarıp odadaki lavaboda soğuk su ve sabunla yıkayıp bir yere astım ve kendimi yatağa attım. Bir gün mü yoksa iki gün mü uyudum bilmiyorum. Kalktığımda başım hala dönüyordu ve açlıktan ayakta duracak halim yoktu. Gömleğimi giyeyim dedim, gömleğim kömür tozlarının soğuk suyla buluşmasıyla desenli bir hal almıştı. Yapacak bir çarem yoktu, onu öylece giydim ve kendimi sokağa attım.  Önce karnımı doyurdum ardından cebimdeki adrese ulaşmak uçun yollara düştüm.
            Adresin olduğu yerde aradığım kimse yoktu, ama tanıyanlar nereye taşındığını tarif ettiler. Sora sora gidip adrese ulaştım. Kaldırımdan bodruma açılan bir pencereden 3-4 basamaklı aşağı iniliyordu. Palas-pandıras düşer gibi içeriye girdim, yaşlı bir adam bir tezgahın önünde eğilmiş bir şeyler yapıyordu. Şaşkınca bana bakıp buyur çocuğum dedi.
Manisa'dan Bir Görünüm
            -Hasan Çamak’ı arıyorum. dedim.
            -Benim, dişin mi ağrıyor? dedi.
            -Hayır, o benim amcamdır.
            -Sen kimin oğlusun? dedi.
            -Abdullah Nalbant Usta’nın.
            -Abdullah mı seni gönderdi?
            -Hayır ben kendim geldim. Üstüme, başıma, kıyafetime baktı, hafifçe gülümsedi. Evden mi kaçtın? dedi. Evet demek mecburiyetinde kalmıştım.
            O gün pazarmış meğer, eşi ve çocukları, Ağrılı dostu ve arkadaşı Kazım Bey’lere gitmişlermiş. Az bir işim kaldı, bitirince gidelim dedi. Beni çok iyi karşıladı, babamı, ailemi sordu.
            Kömür tozlarıyla desenlenmiş gömleğimden utanıyordum, hele başka bir eve gitmek söz konusu olunca iyice tedirgin oldum. Hasan Amcam durumu anladı, hemen bana yakınlarda bir dükkandan bir gömlek satın alıp üstüme giydirdi. Eve doğru yola çıktık.
            Eve girdiğimizde, yüksek sesle ”bir konumuz var” dedi, herkes yemek masasındaydı, masaya önce bir sandalye ve bir tabak getirildi,  beni aralarına aldılar. Giyimim kuşamım, konuşmam, yemek yemem dahil  her şeyimle onlardan çok farklıydım. Bana yabancılık çektirmemek için çaba gösterdiklerini görünce biraz rahatlamıştım.
Amcamın oğlu Süleyman ve kazım Amcanın oğlu ikisi de benden küçüktü.Yemekten sonra bahçeye çıkıp oynayalım dediler, ikisinin de bisikleti vardı, binip rüzgar gibi uçtular. Yapayalnız kalmıştım ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Vakit geçince Hasan Amcaların evine dönmek için yola çıktık. İlk iş beni banyoya sokmak oldu, Süleyman’ın çamaşırlarından bana bir şeyler uydurdular. Birkaç gün sonra da yenilerini aldılar. Hasan Amcam belli etmiyordu ama ne yapacağı konusunda bir türlü karar veremediğini her halinden belli ediyordu.
Süleyman ile iyi arkadaş olmuştuk, iyi bir çevresi ve arkadaş grubu vardı. Her fırsatta beni tanıştırıyordu. Motosikleti vardı, beni terkisine alıp gezdiriyordu. O sıralar İzmir Enternasyonal Fuarı vardı. Hasan Amcam bize para verip İzmir’e Fuara gönderdi. Benim için inanılmaz bir fırsattı. En son teknolojiyi görme fırsatı bulmuştum.
İzmir Enternasyonal Fuarı Giriş Kapısı
Ahlat’ı, evimi, ailemi unutmuştum, hayal dünyasında yaşıyordum, her şey böyle devam edecekmiş gibi, dünyadan haberdar değildim.
Manisa o zamanlar çok güzeldi, her gün bir yeri gezmeye gidiyorduk. Manisa Tarzanı ve Niobe Ağlayan Kaya çok ilgimi çekiyordu.
Bir gün Süleyman ile maça gitmiştik, döndüğümüzde, evin kapısının açıldığını gördüm. Amcam çıkmış bize bakıyordu, anladım bir durum olmalı. Bizi içeri buyur etti, alışılmadık bir davranıştı. Salona adımımı attığımda babam koltukta oturuyordu. Hemen elini öptüm süt dökmüş kedi gibi bir kenara sıkıştım. Evden kaçtığımı öğrenen babam, bir dedektif gibi benim izimi takip etmiş, önce İstanbul, ardından Bursa ve son olarak Manisa’ya gelerek beni bulmuştu.
 Ne olacak acaba diye ödüm kopuyordu. Heyecandan elim ayağım birbirine dolaşıyordu. Hiçbir şey olmadı, beni anlayışla karşıladılar.
Bu kaçış yıllar süren bir ayrılığın sona ermesine neden olmuştu. Küçük yaşlardan itibaren birbirlerini görmeyen babam ve onun teyzesinin oğlu  Hasan Amcam yıllar sonra bir araya gelmişlerdi.
 Babamla birkaç gün Manisa’da birlikte gezdikten sonra ayrılık vakti gelmişti artık. Hasan Amcam ve Ailesi bizi Manisa Garından el sallayarak Ahlat’a doğru uğurluyorlardı.


AHLAT'IN İLK RADYOCUSU: HİKMET SAYIN, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

AHLAT'IN İLK RADYOCUSU:
HİKMET SAYIN
Çok küçüktüm, babamın dükkanının önünde oyuncaklarımla oynuyordum.
Eski Radyolardan Bir Örnek
Birden çevremdeki esnaf ve insanlarda bir hareketlilik meydana geldi, bir şey olmuştu, herkes endişeli bir şekilde ve hararetli olarak birbirine bir şeyler anlatıyordu. İnsanların konuşmalarından duyduğum kadarıyla bir kaza olmuştu, ama nerede nasıl olmuş, kime ne olmuş gibi detaylara ulaşmak gibi bir lüksüm yoktu, henüz kimsenin beni ciddiye almayacağı yaştaydım zira.
Akşam eve geldikten sonra annem Miyeser Hanım bana olayı bütün detayları ile  ve benim anlayacağım bir biçimde anlattı;
“Akrabamız Gülizar Hanımın büyük oğlu Hikmet Abi,  sahibi olduğu kamyonla  seyir halindeyken Ahlat’ın Yamlar mevkiinde bir trafik kazası geçirmiş ve yaralanmıştı.”
Bu bilgileri verdikten sonra ben ve kardeşlerime yemeklerimizi yedirip  hemen yanı başımızdaki Hikmet Abilerin evine gitmişti. Hem son gelişmeleri öğrenmek, hem de üvey teyzesi  Gülizar Hanım’ın  bu zor gününde yanında olmak için.
Gülizar Hanım, annemin üvey teyzesiydi, anadan mı yoksa babadan mı üvey olduğunu bilmiyorum. Üvey olduğundan olsa gerek annemin diğer kardeşleri Kadriye ve Bedriye teyzemlere göre daha mesafeli duruyorlardı. Gülizar Hanım’ın eşi Halit Hoca idi. Halit Hoca, evimizin yakınındaki “Yukarı Cami”nin imamıydı. Çok hızlı “Teravih Namazı” kıldırmakla ünlüydü. Gülizar Teyzemin Hikmet abiden başka bir oğlu ve bir kızı daha vardı. Kızı Emin Aydoğan ile evliydi. Oğlu ise Şevket Abiydi. Şevket Abi, İzmir’in Dikili İlçesinin bir köyündü öğretmendi. Görev yaptığı köyde bir bayanla evlendi ve oraya yerleşti. Halen orada yaşamını sürdürmektedir.
O gün Annem Hikmet Abilerden döndüğünde daha detaylı bilgiler veriyordu: “Hikmet Abi’nin geçirdiği bu kazada ayağı kırılmış, doktorlar çok fazla bir şey yapamayacaklarını söylemişler. Ancak büyük kentlerdeki hastanelere gitmesi halinde tedavisinin mümkün olabileceğini belirtmişler.”
Hikmet Abi, Bitlis’in köklü ailelerinden birinin kızları Raika Hanım ile evliydi. Bahadır ve Mustafa adlarında iki oğlu, Neriman ve Canan adlarında iki kızı vardı.
O günün koşullarında Hikmet Abi’nin daha iyi koşullarda tedavi görmesi  mümkün olamamıştı. Hikmet Abi, ayağını kaybetmemiş, ancak kullanabilme şansını yitirmişti. Bu durum karşısında  bunun bir kader olduğu inancıyla yaşamına kaldığı yerden ve bu şekliyle devam etmeye karar vermişti.
Daha sonraki yıllarda tıp alanında meydana görülen gelişmelere karşın bedeninden bir organının eksilmesine gönlünün razı olamayacağını düşünerek, yaşamının bundan sonraki bölümünü bu şekilde geçirmeyi göze almıştı.
Uzun bir tedavi ve düşünme döneminden sonra, önce kendine iki adet koltuk değneği temin etmiş, ardında da bu haliyle ekmeğini nasıl kazanabileceğinin arayışı içine girmişti. Günlerce süren araştırmalar, incelemeler, fikir edinmeler, bilgilenmeler, sorup-soruşturma evrelerinden sonra kararını vermişti: Radyo Tamirciliği yapacaktı.
O yıllarda Ahlat’ta radyo tamirciliği yapmak şöyle dursun, radyonun kendisi bile çok bulunan bir meta değildi. Ne var ki, Hikmet Abi, yaratıcı zekasıyla, asıl olan zoru başarmak ilkesinden hareket ederek bir ilke imzasını atıyordu.
Vatani görevini muhabere Çavuşu olarak yapmıştı. O günün koşulları içinde iletişim araçlarının teknik özellikleri hakkında hatırı sayılır bir deneyimi vardı. Bu altyapı ile radyoların onarımı konusunda kendisine güveni tamdı. İşe bir yerinden başlayacak, zamanla kendisini geliştirecekti.
Mazlum Yegül caddesinin en hareketli yerinden bir dükkan kiraladı. Bir de çırak aldı yanına, onu da yetiştirebileceğini düşünüyordu.
Artık sabahları evinden çıkıyor, iki koltuk değneğiyle Malazgirt Caddesinde yokuş aşağı inerek işyerine geliyordu. Günün sonuna doğru, gene koltuk değnekleri ile yokuş yukarı evinin yolunu tutuyordu.
Türkiye, Cumhuriyet sonrası bir atılım ve gelişme  dönemine girmişti. İlk yıllarda sadece kahvelerde bulunan, halkın o dönemlerde “ajans” diye adlandırdığı güncel haberleri bile kahvelerdeki radyo alıcılarından dinlediği dönem gerilerde kalıyordu. Radyocu Hikmetin dükkanının bitişiğindeki Behçet Horasan’ın dükkanında Philips marka radyolar vitrinlerde yer almaya başlıyordu. Ahlat halkı iş güç sahibi olunca, bütçesine bir miktar para girmeye başlayınca ilk iş olarak evine bir radyo almaya başlamıştı. Bu gelişme Radyocu Hikmet’in işlerinin açılmasına sebep oluyordu. Hatta öylesine gelişiyordu ki Ahlat dışında Adilcevaz, Malazgirt gibi ilçelerin yanı sıra köylerden gelen arızalı radyolar, Hikmet Sayın’ın dükkanının raflarını doldurmaya başlamıştı.
           O sıralar ben, liseyi, bitirmiş, üniversiteye girmek için bekliyordum. Boş geçen günlerimi değerlendirmek, babamın kısıtlı bütçesine katkıda bulunmak amacıyla boş bir dükkanda tabela yazmaya başlamıştım. Ahlat’taki esnafın tabelalarını yazıyor, hem bir gelir elde ediyor, hem de mevcut tabelalardan daha kaliteli tabelalar yazarak dikkati üzerime çekiyordum.
Bir gün Hikmet Sayın’ın dükkanının önünden geçerken  dükkanın camına tıklayıp beni yanına çağırdı. Bana; “Aferin güzel tabela yazıyorsun, bana da bir tane yazar mısın?” dedi. Sevinçten havalara uçmuştum.
Üvey teyzemin oğlu olan ve aramızdaki yaş farkı nedeniyle iletişim kurmakta zorlandığım Hikmet Sayın’ın bu teklifi, benim moral motivasyonumu yükseltmişti. Demek ki iyi şeyler yapıyormuşum diye düşünmeye başladım. Ayriyeten kendimden daha büyük insanlarla diyaloga girmenin ilk aşamasında olmaktan da memnun oluyordum.
İstediği tabelayı yazıp götürdüm, çok beğendi, beni yüreklendirdi, bana cesaret verdi. Bu duygularla tabelayı dükkanına asmayı önerdim kabul etti. Bu görevi de yerine getirdikten sonra,  dükkanın önünden her geçtiğimde tabelaya bakıyor, mutlu oluyordum Yıllar sonra onun da gençlik yıllarında iyi bir tabelacı olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Bana bu konudan hiç bahsetmemesi onun geçmişe takılı kalmayışının bir göstergesi gibi geldi bana..
 O yıllarda Ahlat Kaymakamı Hüseyin Avni Uzun,  ileri görüşlülüğü ve karizmatik yapısıyla
“Ahlat Şenlikleri” adıyla kültürel bir etkinliği başlatmıştı. Türkiye’nin pek çok yerinde “Festival”, “Şenlik”, “Kültür Haftası” gibi kavramlar bilinmezken Ahlat’ta bir hafta süreyle kapsamlı bir kültürel etkinliğin başarı ile yapılması dikkatleri üzerine çekiyordu. Ahlat Türkiye genelinde pek çok yerin haberdar bile olmadığı bu etkinliklerle bir adım öne geçiyordu adeta.
            Ben genç yaşımda bu etkinlerde yükün önemli bir bölümünü yüklenen biri olarak dikkatleri çekiyordum. Dönemin Belediye Başkanı Sıtkı Sayın’ın gereksinim duyduğu her seferinde belediye hoperlöründen “İlhami Nalbant, İlhami Nalbant, lütfen Belediye’ye geliniz.” (O zaman soyadım Nalbant idi) şeklindeki anonsları beni, aranılan biri olmak havasına soktuğu gibi, başta babam olmak üzere çevremdeki yakınlarım arasında da bana prestij kazandırıyordu. Hikmet Abimin bu anlamda beni destekleyen, yönlendiren yaklaşımı da hoşuma gitmiyor değildi.
            Hikmet Abi,  dönemin Belediye Başkanı Sıtkı Sayın’ın hem akrabası hem de akranıydı. Zaman zaman  Ahlat Belediye meclisinde birlikte görev yapmışlar, iki aydınlık kafa olarak birbirleriyle pek çok şeyi paylaşmışlar.
Üniversiteye girmek  için  artık Ahlat’tan ayrılmam gerekiyordu.  Yılda birkaç günlüğüne Ahlat’a gelebiliyordum. Ahlat’a her geldiğimde, dükkanının önünden geçerken göz göze geldiğimiz ve cama “tık tık” vurarak beni yanına çağıran Hikmet Abimin,  en yakın sohbet arkadaşlarından biri olmuştum.
Başbakanlığa girmiş, vatani görevimi Kıbrıs Barış Harekatı sırasında Yunanistan sınırında Keşif Takım Komutanı olarak  görev yaptıktan sonra kısa bir tatil için Ahlat’a döndüğümde pek çok akrabam, arkadaşım, hemşehrim ve ailem yanında Hikmet Abimin de büyük iltifatlarına tanık oluyordum..
Artık her Ahlat’a gittiğimde Ailemle hasret giderdikten sonraki ilk uğrak yerlerimden biri Hikmet Abimin dükkanı olmuştu. Beni büyük bir heyecanla karşılıyor, bitişikteki “Yaşar’ın Kahvesi”nden çayımı söylüyor ve koyu bir sohbete dalıyorduk.
            Entelektüel bir insandı, oturduğu, işini yaptığı yerden her daim açık olan radyosundan ülkenin tüm haberlerini izliyor, kendi mantığıyla siyasi konularda yorumlar yapıyordu. Ülkenin bir görünen yanı ve radyolara haber olan konuları, bir de görünmeyen, haber bültenlere yansımayan yönünün olduğunu biliyordu. Bu yüzden benimle olan sohbetlerini genellikle   ikinci şıktaki gelişmelerden oluşturuyordu.
Başbakanlık Merkez Teşkilatında çalışıyor olmamın özellikle siyasi haberlerin tam merkezinde olduğum anlamına geldiğinden, mümkün olduğu kadar benim bilgi ve deneyimlerimi, görüş ve düşüncelerimi paylaşmayı yeğliyordu.
            Sohbetlerimiz uzun sürüyor, yaklaşık yirmi dakikada bir gelen bitişikteki kahveci Yaşar’ın getirdiği demli çayların sayısı üçü, beşi buluyordu.
            Araya yıllar giriyor,  Ahlat’a gidişlerim iyice seyrekleşiyordu. Uzun yıllar görüşemedik, sonraları rahatsızlandığı, tedavi için İstanbul’a gittiğini haber almıştım. Bir süre tedavi gördükten sonra İstanbul’da yaşama gözlerini yummuştu.
Ahlat, bir kentsoylu aydınını daha kaybediyordu, rahmetle, minnetle, şükranla…


3 Ekim 2017 Salı

ESKİDEN AHLAT'TA-II, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

ESKİDEN AHLAT'TA-II
      Eskiden Ahlat’ta bir tek Kaymakamın Cipi vardı, her sabah geçerdi çarşıdan. Bu geçişi Devlet Dairelerinde mesainin başladığı, akşam dönüşünde ise bittiği anlamına gelirdi. Cip sabah geçtikten sonra, hala çarşıda kalanlara esnaf takılırdı “Kaymakam gitti sen hala buralardasın” Akşam Cip geçmeden çarşıda dolaşanlara ise “Mesaiden erken Kaçmışsın” diye takınılırdı.
Ahlat'tan Genel Bir Görünüm
Bir de “Yaşarı’ın Cipi” vardı, her türlü göreve hazırdı. Kimi zaman yargıçlarla köylere keşfe gider, kimi zaman da yakın çevreye yolcu taşırdı.
Kaymakam’ın Cipi’nin kırmızı plakası ve önündeki küçük bayrak ayırırdı Yaşar’ın Cipi’nden. Bir de Kaymakam’ın değişmez Makam Şoförü Mevlüt Ateş.
Ah öyle her önüne gelenin iskeleye girmesine izin verilmezdi.lat’ta kamyondan modifiye edilmiş bir otobüs vardı. Her gün sabah erkenden Bitlis’e gider, geceyi orada geçirip ertesi gün erkenden Ahlat’a dönerdi. Otobüsün tersi istikametinde seyahat etme zorunluluğunuz olduğunda bunu ancak kamyonların şoför mahallerinde ya da taşıdıkları yüklerin üstünde yapabilirdiniz. Kamyonların şoför mahalleri, özel müşterilere, ya da yakın dost ve arkadaşlara tahsis edilirdi öncelikle.
Eskiden Ahlat’ta küçük toplar yapılırdı. Bu toplar, kış aylarında içeride kapalı kalan atlara yapılan kaşağıdan çıkan  tüylerden yapılırdı. Henüz plastik icat edilmediği için ne bir plastik top, ne de lastik içli meşin toplar mevcuttu.
Yaz aylarında büyük kentlerde üniversite eğitimi gören gençlerin getirdikleri toplar, “Eskici Hamza” tarafından yama yapılarak onarıldıktan sonra maçlarda kullanılırdı.
Van Gölü üzerinde ulaşım vapurlarla yapılırdı.  Haftanın iki ya da üç günü vapur gelir iskeleye yanaşırdı. Bu geliş ve gidişlerde Ahlat İskelesi’nde büyük ayrılıklar ve kavuşmalar yaşanırdı. Kore’de görev yapacak askerlerin gidişleri, Gazi olup Ahlat’ta dönenlerin karşılanmaları tarihi bir tabloya dönüştürülürdü Ahlat İskelesi’nde.
O anlarda İskele’nin kapıları kapatılır, öyle her önüne gelenin iskeleyi girmesine izin verilmezdi. Ama çocuklar ve gençler yaz aylarında yüzerek iskelenin dışından vapura da biner, iskeleye de çıkabilirlerdi. Vapur’un en yüksek yeri olan Kaptan Köşkü’nün tepesinden süzülerek Van Gölü’nün mavi sularına atlamak çok ilgi çekerdi.
Deniz Bayramında Bir Yarışın Start Anı
Yöreyi ilk kez gören yolcular tarafından bu durum ilginç karşılanır, şaşkınlıkla izlenirdi. Vapur iskeleden ayrılacağı zaman, irili ufaklı tüm gençler ve çocuklar vapurun halatına tutunur açıklara kadar vapura eşlik ederlerdi.
Vapurun gözden kaybolacağı ana kadar orada kalıp, yüzerek saatler sonra dönebilen yürekli ve iyi yüzebilen gençler vardı. Kimi zamanlar vapur kaptanı atlamayan bu gençleri köşe bucak kovalayarak atlamalarını sağlardı.
Eskiden Ahlat’ta “Bizim Berber” adında bir berber salonu vardı. Burası berber salonundan çok bir “Kültür ve Eğitim Merkezi”  işlevi görürdü adeta. Büyük kentlerde eğitim gören üniversite öğrencileri, edindikleri bilgi ve deneyimlerini burada kendilerinden küçük genç ve çocuklara aktarırlardı.
Çok iyi bir şair olan buranın sahibi Berber İdris, nüktedan, şakacı ve hazırcevaplığıyla gençleri kendisine hayran bırakmasını biliyordu. Her yaştan, her kuşaktan insanlar buraya toplanır, derin ve düzeyle sohbetler yapar, fıkralar anlatır, hoş zamanlar geçirirlerdi.
Bunun hemen çapraz karşısında ise Halit’ın Kahvesi vardı. Burası da, kahveden çok bir eğitim kurumu gibi bir işlevi yerine getiriyordu.
Eskiden Ahlat’ta, yaz tatili nedeniyle Ahlat’a dönen gençler her gün genellikle saat 14.00’den sonra Ahlat İskelesi’nde toplanırlar, başta yüzme sporu olmak üzere diğer spor dallarındaki bilgi deneyim ve yeteneklerini sergileyerek, kendilerinden sonra gelecek kuşaklara bir nevi eğitim verirlerdi. Bu yüzden Ahlat’ta irili ufaklı her keş anadan doğma yüzme bilir bir konumdaydı.
Bu yüzden Van Gölü’nün tüm branşlardaki şampiyonları Ahlatlı gençler arasından çıkıyordu.

YETENEĞİM KEŞFEDİLDİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

YETENEĞİM KEŞFEDİLDİ
Lise bitirme sınavlarına giriyorduk, Bitlis Lisesi’nin Spor Salonunda.  Sıra resim dersi sınavına gelmişti. Öğrenciler, öğretmenler, gözlemciler yerlerini aldılar Sınav başladı, konu belirlendi, başla talimatı verildi.
            Konu, “Bir Reklam Afişi” yapmak olarak belirlenmişti. Sessizliğin hakim olduğu salon adeta buz kesmişti. Resme ilgisi olmayan çoğunluk şaşkınlık içindeydi. Herkes birbirinin yüzüne bakmaktan gözlerini alamıyordu.
            Ben de ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra yavaş yavaş ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Gözlemci öğretmenler sıraların aralarında dolaşarak kimin ne yaptığını izlemeye başlamışlardı. Kimsenin kalem oynatmadığını görünce onlar da şaşkın şaşkın birbirlerinin yüzlerine bakıyorlardı.
            Yapacağım afişin konusunun Bitlis ile ilgili olması fikri  geldi aklıma. Bu kez Bitlis’in önemli ürünlerinin neler olduğunu düşünmeye başladım. Başta “Bitlis Balı” vardı kuşkusuz, ardından “Bitlis Tütünü”, “Bitlis Kalesi”, “Bitlis Köftesi”, “Bitlis Otlu Peyniri”.
Bitlis’in ilçelerine bakacak olursak “Ahlat Bastonu”, “Adilcevaz Cevizi”, “Hizan Üzümü”, Ahlat’taki “Selçuklu Mezarlığı ve Kümbetler”, Ahlat “Eski ve Yeni Kaleleri”, Adilcevaz “Kef Kalesi”, “Nemrut Krater Gölü”, başlı başına  “Van Gölü”, “Süphan Dağı”, Aygır Gölü”, “Nazik Gölü”
Bu kadar konu arasından birini seçmek gerekiyordu, kolay olmadı “Bitlis Tütünü”nü seçmek.  Bir kül tabağı, üzerinde yanan bir sigara, yukarıya doğru çıkan  duman, altında “Bitlis Tütünü, Sizi Rahatlatır” sloganı.
            Başladım yavaş yavaş çizmeye, kağıt üzerinde bir şeyler belirlenmeye başlayınca gözlemci öğretmenlerin başımda toplanmaları dikkatimi çekmeye başladı. Geliyor, biraz seyrettikten sonra, gidip aralarında bir şeyler konuşuyor, sonra tekrar gelip beni seyrediyorlar. Yaptıklarımın hoşlarına gittiğini anlamak zor değildi, tabi bu durumda benim hoşuma gidiyordu.
            Sınav süresi bitti, öğretmenler kağıtlarımızı teslim etmemizi duyurdular, bizler de denileni yaptıktan sonra salondan ayrılmaya başladık. Tam salonun kapısından çıkıyordum ki, bir el kolumdan beni çekti, döndüğümde Resim Öğretmenimiz Nihat Boydaş ile göz göze geldik, bana “Bir yere ayrılma, seninle işimiz var.” dedi. Öğretmenler odasının önüne gidip beklemeye başladım. Biraz sonra Resim öğretmenimiz, koltuğunun altında sınav kağıtları ve yanında iki gözlemci öğretmenle birlikte geldi, beni de yanına alarak hep birlikte öğretmenler odasına girdik.
Kendisi genişçe bir masaya oturdu,  sınav kağıtlarını masanın üzerine bıraktı, gözlemci öğretmenler de karşısına oturdular, yanına bir sandalye çekerek bana dönüp; “Gel sen de buraya otur, sınav sonuçlarını birlikte değerlendireceğiz.” dedi.
Çekinerek, sıkılarak gösterilen sandalyeye oturdum, Nihat Hoca, resim kağıtlarının arasından birini arayıp buldu, bunun benim yaptığım resim olduğunu gösterdi, sonra yana dönüp kimsenin göremeyeceği bir şekilde kağıdın üzerine bir şey yazıp, ters çevirerek masanın kenarına koydu. “Burada dursun sonra bakacağız” dedi. Sonra bana dönerek, masanın üzerinde duran kağıtlardan birini almamı ve o resme on üzerinden kaç  not vereceğimi belirtmemi istedi. Ben çekinerek masadaki  resim kağıtlarından birini aldım, dikkatle inceledikten sonra kaç not vereceğimi söyledim.
Neden bu notu verdiğimi sordu, onu da kısaca anlattım. Elimden kağıdı aldı, üzerine benim verdiğim notu yazdı, karşısında oturan gözlemci öğretmenlere uzattı ve onların da kendi notlarını vermelerini istedi. Onlar da kendi notlarını kağıdın üzerine yazdıktan sonra üç notun ortalaması alınarak sonuç kağıdın üzerine yazılıp imzalandı.
Prof.Dr. Nihat BOYDAŞ
Bu kadarla bitecek sanmıştım, yanılmışım, tüm sınav kağıtlarını aynı şekilde değerlendirdik.
Çoğunlukla benim verdiğim notlara itibar ediliyordu. Arada birkaç kağıda benim verdiğim notun bir ya da iki not üstünde ya da altında not verdiği de oluyordu. Ancak, bana özel bir ilgi gösterdiği, beni cesaretlendirmeye ve yüreklendirmeye özel bir çaba gösterdiği her halinden belli oluyordu. 
Bu benim hoşuma gitmiyor değildi, 12 yılı aşan öğrenim yaşamımda kimi öğretmenlerimden bazı pozitif yaklaşımlar görmüştüm, ancak bu sefer ki ilginin derecesi her öğrenciyi mutlu edecek düzeydeydi.
            Nihayet sınav kağıtlarını bitirmiştik. Sıra kenarda duran benim kağıdıma gelmişti. Elini yan tarafta duran kağıdın üzerine uzattı, başını bana döndürüp gözlerimin içine baktı, “Açayım mı açmayayım mı, merak ediyor musun, heyecanlı mısın?” der gibiydi, ama demiyordu, öylece bakıyordu. Birden elindeki kağıdı benim önüme koydu, üzerinde “On” yazıyordu. Sonra diğer öğretmenlere uzattı, onların notu da aynıydı, kağıdın kenarına yazıp imzaladıktan sonra geri verdiler.
            Tüm sınav kağıtlarının içinde “On” notu alan tek kağıt benimkiydi. Bu beni onurlandırıyordu.
Kadere bakınız ki, benim yeteneğim, tam da okulun bittiği, artık Bitlis’ten, Nihat Hocadan ayrılacağım zamana denk geliyordu. Yeteneğimin işlenmesi, geliştirilmesi gerekiyordu, bunu nerede nasıl yapacağım konusunda önümde  ne bir olanak ne bir ufuk yoktu. Tek çarem Nihat Hoca ile olan irtibatımı kesmemekti. Çok sık olmasa da arada bir görüşme fırsatımız oluyordu.
            Şanslıymışım ki bir süre sonra Nihat Hoca’nın görev yeri Ankara olmuştu. Arada bir görüşme fırsatımız olsa da birlikte çalışma yapma ortamımız olmamıştı. Sadece teknik bazı ayrıntıları sözlü olarak bana anlatabiliyordu.
            Aradan uzun bir süre geçmişti. Geçen bu süre içerisinde okul bitmiş, işe girmişim, artık vatan borcumu ödeme zamanı gelmişti.
Ankara Mamak Muhabere Okulu’nda Askerlik Görevi Sınıf Belirleme Sınavına gireceğim, karşımda Hocam Nihat Boydaş, sarılıyoruz, konuşuyoruz, özlemlerimizi dile getiriyoruz. Artık öğrenci öğretmen konumunda değiliz, “Asker Arkadaşı” modundayız. Eşit koşullardayız, o Piyade oluyor, ben Tankçı ve gene ayrılıyoruz. Bu kez geleceği meçhul bir ayrılığın eşiğindeyiz.
O, Kıbrıs’ta, ben Yunanistan sınırında, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı da içine alan kutsal bir vatani görev yapmış olmanın sonunda Ankara’ya dönüyoruz. O, Gazi Üniversitesi’ndeki akademik görevinin başında kariyerine kaldığı yerden devam ediyor, ben Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü’nde bürokratik basamakları tırmanma çabası içinde yıllar geçiyor.
O, Gazi Üniversitesi Resim Bölümü Başkanı Prof. Dr. Nihat Boydaş, ben Başbakanlık Mevzuat Dairesi Başkanı, artık çok samimiyiz, görüşmeye daha çok zamanımız var. Bana sıklıkla söylediği; “Yahu İlhami, ben mi senin hocanım, yoksa sen mi benim hocamsın bir türlü anlayamıyorum.”
Bir insanın öğretmeninden duyup duyabileceği en değerli sözlerden biri olduğuna inandığım bu sözler benim için gurur kaynağı olmuştur.
İlhamiNALBANTOĞLU
Ankara’daki sanat ortamlarını paylaşır olmuştuk, benim sanat çalışmalarını dikkatle izliyordu, eserlerimden bazılarını çok ayrıcalıklı buluyordu. Bir gün yanında akademik çalışma yapan öğrencilerinden birinin kariyer aşama sınavında jüriye verdiği eserlerin arasında birisinin bana ait olduğunu anlamıştı. Çok yetenekli olmayan ama bürokratik baskılarla kariyer yapmak isteyen bir bayan eşinin o dönemde Ankara Valisi olmasını kullanarak benden yardım istemişti. Sınava girecekti ama eseri yoktu. Benden eserlerimi istedi, böyle bir haksızlığa alet olamazdım. Kabul etmedim, ancak benim kullanmaya değer bulmadığım bir iki bozuk eserimi, altındaki imzamı silerek hatır için ona vermiştim. O da o eserlerle akademik unvan sahibi olmuştu. Nihat Hoca bu kaçamağı fark etmiş ve benim hatırıma üzerine gitmemişti. İşte tam o sırada bana ısrarla; “İslam Sanatları” alanında benim de kariyer yapmamı istedi. Onun gözlemciliğinde bu işi pek ala yapabilirdim, ne var ki o dönemde benim bürokratik kariyerim de yukarıya doğru bir yükselme eğilimi gösteriyordu. Bu iki seçenek arasında Nihat Hocam’ın önerisini göğüsleyemedim. Belki de yaşamımın en önemli kavşağını kaçırmış olabilirim diye düşünmeden de edemiyorum. Devletimizin içine sızmış hainler, bürokratik kadroları kendi adamları ile doldurma çabası içinde olunca, bizim gibi liyakatı olan bürokratları aşırı bir biçimde mağdur ederek Devlet kademelerinden dışlıyorlardı. Biz de bu hercümercin içinde hak ettiğimiz görevlere gelme fırsatı bulamadan kamu görevimizi terk etmek mecburiyetinde kalmıştık.
Daha sonraları Nihat Hoca benim yazarlık serüvenimi öğrendi, bu konuda da bana inanılmaz destek ve katkı sağladı.
Sanat çalışmalarımız son yıllarda yurtdışı endeksli bir ivme kazanmaya başladı. Önce İran (Tebriz) Sergisi, ardından Polonya (Varşova) Sergisi,  daha sonraları  Bulgaristan (Varna) Sergisi  ardı ardına gelmeye başlayınca Prof. Dr. Nihat Boydaş Hoca’ya olan saygım  bir kat daha arttı.
O, şimdilerde Akademik çevrelerin “Hocaların Hocası” olarak tanımlanıyor,  büyük bir saygı ve itibar görüyor. Birçok sanatçı O’ndan bir şeyler öğrenebilir miyim umuduyla çevresinde pervane oluyor.
Ben ise O’nun öğrencisi, arkadaşı, sırdaşı ve  beni sanata, sanat dünyasına taşıyan, gelecekte iyi bir bilim insanı olacağı izlenimini ta o tarihlerde verip, fazlasıyla hak eden bu değerli bilim insanının öğrencisi olmanın onurunu taşıyorum.
 
 

 

DURUM-EKİM 2017, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU,

DURUM-EKİM 2017

         Değerli okuyucularımız,
       Ahlat Gazetesi olarak yıllardır Van Gölü kıyılarının güzelliğini korumak ve tarihi dokunun zarar görmemesi adına sahilden geçmesi muhtemel olan demiryolu güzergahının değiştirilmesi için mücadele veriyoruz. Bu konuda büyük mesafeler aldık, böyle bir riski  ortadan kaldırmayı başardık.
       Şimdilerde  ise Ahlat’tan gelen haberlerden  kıyı şeridinde bazı yüksek yapılanmalara ruhsat verildiği, plansız ve çirkin bir görüntünün ortaya çıktığına yönelik serzenişlerle karşılaşıyoruz. Kıyıların Korunması Hakkındaki Yasa hükümleri çerçevesinde böyle bir yapılanmanın mümkün olamayacağı bilinmektedir. Yasa hükümlerine karşın böyle plansız bir yapılanmanın söz konusu olması durumunda yasal yollarla bu tür uygulamaların önlenmesi mümkün olacaktır. Atalarımızdan bize emanet olarak bırakılan bu hazinenin en az gözümüz kadar korunması gerektiği hususunu unutmamalı ve ona göre hareket etmeliyiz…
      Saygılarımızla…