16 Eylül 2017 Cumartesi

YENİ KAYMAKAMIMIZ MUSTAFA AKGÜL, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

YENİ KAYMAKAMIMIZ MUSTAFA AKGÜL
Mustafa Akgül
        Yeni Ahlat Kaymakamımız Mustafa Akgül,1979 Yılında Kahramanmaraş'ta doğdu. İlköğretimini ve Ortaöğretimini Kahramanmaraş 'ta tamamladı.
2001 Yılında Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümünden onur derecesiyle mezun oldu.
2001-2002 yılları arasında Kombassan Holding ve Arsan Tekstil A.Ş. de ihracat pazarlama ve üretim bölümünde çalıştı.
2003-2004 yılları arasında Kahramanmaraş Aslanbey Vergi Dairesi Müdürlüğünde görev yaptı.
2005 Yılında Bursa Kaymakam adayı olarak Mülki İdare Amirliği mesleğine başladı.
Ardından Sinop Saraydüzü ve Ordu Korgan Kaymakam vekillikleri yaptı. 2007 yılında İngiltere Southampton Üniversitesi Sosyal Bilimler Bölümünde “Demokrasi ve Vatandaşlık” alanında yüksek lisans yaptı. 92. Dönem Kaymakamlık kursundan sonra Kütahya İli Aslanapa İlçesine atandı.

2011-2013 yılları arsında Şırnak İli Güçlükonak Kaymakamlığı, 2013-2015 yılları arasında Şırnak Vali Yardımcılığı görevlerini yürüttü. 2015 Mülki İdare Amirleri Kararnamesi'yle Kiraz Kaymakamlığına atanan Kaymakam Mustafa Akgül 2017 Mülki İdare Amirleri Kararnamesi'yle de Ahlat Kaymakamlığı’na atandı. Kaymakam Akgül evli ve bir çocuk babasıdır. 

6 Eylül 2017 Çarşamba

ZÜRİH-MÜNİH TRENİ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

ZÜRİH-MÜNİH TRENİ
                                                                                               İlhami NALBANTOĞLU
Zürih'ten Bir Görünüm
Görevli olarak bir aylığına İsviçre’nin Cenevre kentine gitmiştim. Bu benim ilk yurtdışına çıkışımdı. Doğal olarak tarifsiz bir heyecan yaşıyordum. Devlet olanakları ile elde ettiğim bu bir aylık süreyi azami ölçüde iyi değerlendirmeyi düşünüyordum.   
Katıldığım toplantının Türk Heyeti Başkanı Kâmran İnandı. Kamran İnan, Birleşmiş Miletler Daimi Temsilcisi olarak Cenevre’de görevliydi. Kendisiyle Cumhuriyet Senatosu Üyesi olduğu dönemlerde birkaç kez görüşmüştüm. Bu görüşmelerimiz daha ziyade iyi bir işe girebilmek içindi. Ne var ki Kamran Bey’in o günkü anlayış biçimi, kimseye ayrımcılık tanımama üzerine kurulmuştu. Hiçbir Bitlisliye işe girme ya da kamu kaynaklarından yararlanma konusunda hiçbir yardımda bulunmamayı yeğliyordu. Bu amaçla ziyaretini gittiğimizde, idealist devlet anlayışı kapsamında, güzel bir nasihat veriyor, işe girme umutlarımızı, hayallerimizi hepten yok ederek uğurluyordu.
Kendisinin bir katkısı olmamasına karşın, işe girip, Başbakanlık Merkez Teşkilatı’nda önemli bir göreve gelip, görevli olarak Cenevre’ye, hem de onun başkanlık edeceği bir toplantıya katılıyor olmamın onu pek memnun etmeyeceğini tahmin ettiğim için, ne de olsa hemşerim, hem de bir büyüğüm olarak kendisine eli boş gitmenin uygun olmayacağını düşündüm. O yıllarda çok öğündüğümüz “Türk Lokumu” ve benzeri birkaç hediyeyle gidersem gerilimi biraz hafifleteceğimi sanıyordum. Yanılmışım, ilk toplantıda, Başbakanlıktaki görevimi sordu, anlattım, dil bilip bilmediğimi sordu, bilmediğimi söyleyince kıyamet koptu. Uluslar arası gündem için toplandığımız konuları bir yana itip, Türkiye’nin bu tür toplantılara dil bilmeyen insanlar gönderdiği, bu yüzden ulusal alanda bir başarı elde edemediğimizi dile getirerek beni yeren dibine soktu, soktu çıkardı.
İlk kez yurt dışına çıkmış olmanın heyecanı ile ilkten moralimi bozmamak, bana sunulan bu olanağı en iyi bir şekilde değerlendirebilmek için soğuk kanlığımı korumaya çalıştım. Toplantı bitti, Kamran Bey’de odasına geçti. Ardından ben de gidip, sekreterine kendisiyle görüşmek istediğimi bildirdim. Sekreter içeri girdi, biraz geç çıktı, beni kabul etmeyecek diye saniyeler geçmek bilmiyordu. Sonunda lütfedip içeri aldılar. Aldığım hediyeleri beraberimde götürmüştüm, hiç beklemediğini anladım. Hediyelerimi kendisine takdim ettiğimde, mevkisi, makamı ile örtüşmeyen asil bir mahcubiyet tavrı sergiliyordu.
Münih Treni
Dil bilmediğim için kendimi kusurla saymıyordum, onun yönetim kademesinde olduğu bir sistemde benim bunu başaramamamın mümkün olamayacağını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım. Kendisini örnek gösteriyordu, bunun için iki önemli hususu belirttim. Ailesinin Bitlis’ten Bursa’ya zorunlu ikamete tabi tutulmaması, ve kendisinin çok zeki bir insan olmaması halinde bunun mümkün olamayacağını anlatmaya çalıştım.
Beni toplantıda herkesin içinde çok hırpaladığını, bunun beni üzdüğünü ve bu durumda burada kalmamın bir anlamının olamayacağını anlattım. Heyet Başkanı olması nedeniyle iznini isteyerek bundan sonraki toplantılara katılmak istemediğimi belirttim. Buna itiraz etti. İlk kez bana “hemşehrim” hitabında bulunarak, beni Cenevre’de gezdirmek istediğini, bunun için gitmemem gerektiğini anlatıyordu. Bunlar beni ikna edecek hususlar olmadığı için iznini isteyerek odasından ayrıldım.
Ben İsviçre’deyim diye buraya gelen arkadaşım Süleyman Kedicioğlu otelde beni bekliyordu. Durumu ona anlattım, valizlerimizi toplayarak otelden ayrılıp Cenevre hava alanına doğru yola çıktık. Zürih’e gidecektik, burada Süleyman’ın bir arkadaşının babası bizi karşıladı. Bekar yaşıyordu, bizi evinde konuk etti. Birkaç gün burada kaldıktan sonra, Süleyman ile aramızda bazı anlaşmazlıklar çıktı ve ben Münih hava alanı üzerinden Türkiye’ye dönmeye karar vererek Münih’e gidecek olan trenden bir bilet aldım.
Güzel bir yaz sabahı, Zürih tren garından Münih’e gidecek olan trene bindim. Boş kompartmanlardan birine yerleştim, trenin kalkmasına daha vardı. Kalkış saati yaklaştıkça yolcular geliyor ve tren yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Benim bulunduğum kompartmana siyah çarşaflı bir kadın ile genç bir delikanlı gelmişlerdi. Başka yolcular da vardı ama bunlar ilgimi çekmişti. Türk olabilirler mi diye düşünmeden edemedim. Ancak o dönemde siyah çarşaflı kadınlar pek görülmezdi. Belki Avrupa’da daha rahat ediyorlar diye düşünmeden edemedim. Bir süre sonra konuşmak istedim, sözlerime hiçbir yanıt alamayınca hangi ulustan olduklarına dair bir izlenim edinemedim. Başka da konuşacak kimseyi bulamayınca yolculuk bin süre sonra sıkıcı olmaya başladı. Zürih-Münih arası yaklaşık olarak 7-8 saat sürüyordu, bu süreyi nasıl geçireceğim diye kara kara düşünmeye başladım. Hep kompartmanda oturmakla zaman bir türlü geçmiyordu.
           İyice sıkılmaya başladığım bir sırada kompartmandan çıkıp koridorda biraz hava alayım diye çıktım. Camdan Avrupa’nın yeşil doğasını zevkle seyrederek derin hayallere dalmış gidiyordum. Bitişik kompartmanda da bir bey çıkıp benim yanımdaki pencereden dışarıyı seyretmeye başladı. Uzun bir süre geçtikten sonra birbirimizle bakıştık, bir elektriklenme oldu sanki, bu şık giyimli ve benden birkaç yaş büyük olduğunu sandığım kibar bey bana Fransızca nereli olduğumu sordu. Ben de ona Fransızca Türk olduğumu söyledim. Fransızca olarak başka bir soru yönelteceğini beklerken, bana Türkçe “Ben de İstanbullu bir Ermeniyim” dedi. Hiç ummadığım ve beklemediğim bir ortamda Türkçe konuşan biri ile karşılaşmak beni oldukça heyecanlandırmıştı. Konuşmamız artık Türkçe devam ediyordu, ve kendisiyle karşılaşmaktan duyduğum memnuniyeti anlattım. O da bu karşılaşmadan memnun olduğunu anlatmaya çalıştı. Beni sürekli izlediğini bir Türkten ziyade bir Hindistanlıyı çağrıştırdığımı söyledi. Bu kanıya aynı kompartmanda olan siyah çarşaflı kadın ile birlikte olduğumuzu düşünerek vardığını anlatmaya çalıştı. Onunla bir ilgimin olmadığını söyledim.
Ermeniler hakkında yalan yanlış çok şeyler duyduğum ve bildiğim için, ilk kez bir Ermeni ile karşılaşıyor olmaktan büyük bir tedirginlik duymuştum. Karşımdaki modern giyimli, şık, kibar, bilgili, yakışıklı, entelektüel bu kişiyi, zihnimde tasarladığım Ermeni tiplemesiyle bağdaştıramıyordum. İçimi bir korku sarmıştı, ya bana zehirli bir şey verirse, ya bana bilemediğim bir tuzak kurarsa, ya bana yanlış bilgiler verip, başıma dertler açarsa diye ödüm kopuyordu. Çünkü öyle kurgulanmıştım, geçmişte yaşanan iki toplum arasındaki olumlu ya da olumsuz ilişkiler bana öyle anlatılmıştı. Ben onlara karşı kin ve nefretle doluydum, ne var ki karşımdaki uygar, çağdaş kişi benim zihnimdeki önyargılarımla örtüşmüyordu. Ancak benim kalıplaşmış önyargılarım kolay kolay eriyip çözülemeyecek buz kitlelerini andırıyordu.
Münih'ten Genel Görünüm
Tren vagonunun koridor penceresinde başlayan sohbetimiz iyice koyulaşmıştı, benim kemikleşmiş önyargılarım saklı kalmak kaydıyla Türkiye’den, İstanbul’dan bahsediyorduk. Sonra bana nereden gelip nereye gittiğimi, Münih’te trenden indikten sonra ne yapacağımı, nereye gideceğimi, nerede kalacağımı, Türkiye’ye ne zaman döneceğimi sordu, tüm bu sorulara temkinli olmak kaydıyla, kimine doğru, kimine yanıltıcı ve kaçamak yanıtlar vererek sohbeti sürdürdüm. Bana, “istersen seni bu gece evimde konuk eder, ertesi gün de Münih hava alanına götürüp Ankara’ya yolcu edebilirim.” dediğinde içimi büyük bir korku sarmıştı. Ya beni evine götürüp başıma türlü türlü işkence yaparsa diye korkunç düşünceler beynimi kemiriyordu. Ne var ki karşımdaki insanın ne tavırları ne de konuştukları böyle bir izlenim vermiyordu. Ama benim önyargılarım ve şartlanmışlığım beni böyle yönlendiriyordu.
Beni ikna edebilmek için evini, iş ortamını, aile yaşamını bir bir anlattı. Münih’e inince ne yapacağımı nereye gideceğimi, nerede kalacağımı, ertesi gün hava alanına nasıl gideceğimi hiçbirini bilmiyordum, buna rağmen bu kibar insanın hiçbir önerisini korkumdan kabul etmedim. Münih’te Türklerin genellikle konakladıkları otelin adını ve adresini bana verdi, ertesi gün Münih havaalanına nereden ve nasıl gideceğimi tarif etti. Kibarca bir vedalaşmadan sonra Münih garında trenden indikten sonra ayrıldık.
2016 Yılının ilk aylarında Atatürk Araştırma Kurumu, “Türk Ermeni İlişkileri” konulu Uluslar arası bir sempozyumun Bitlis’te yapılmasını gerçekleştirdi. Bu sempozyumda ben de bir tebliğ sundum. Konusu “Ermeni Asıllı Bir Kadın ile Bir Türk Erkeğinin Ahiret Kardeşliği” idi.
Bu çalışma nedeniyle Türk-Ermeni ilişkilerine daha yakından bakma fırsatı buldum. Tebliğimde bu ilişkinin normal düzeye taşınması için her iki toplumun da gerekli duyarlılığı göstermesi gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bu sempozyumda, yıllar evvel Münih-Zürih treninde yaşadığım olaydan söz ettim.
            Şimdi dönüp arkama baktığımda, yıllar evvel Zürih-Münih Treninde hiç tanımadığım bir Ermeni’nin bana göstermiş olduğu samimiyet ve dostluğu, kodlarıma yüklenen kin ve nefret yüzünden nasıl geri teptiğimden bugün için duyduğum utancı iliklerimde hissediyorum.
Önce insan olmak gerekiyor, ırk, dil, din, renk gibi unsurlar daha sonra gelir…

5 Eylül 2017 Salı

MİMAMİ'DE DÖNER, TAMPA'DA KÜNEFE, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

MİAMİ'DE DÖNER, TAMPA'DA KÜNEFE
İlhami NALBANTOĞLU
Miami'den Bir Görünüm
Ulusal yemeklerimizden biri de dönerdir, son yıllarda o kadar ünlendi ki uluslararası bir marka haline geldi.  Avrupa’dan sonra Asya’da, Afrika’da, Avustralya’da son olarak da Amerika’da tanınan, bilinen, aranan bir yemek haline geldi.
Yıllar önce İzmir’den Almanya’ya giden ve orada ünlü bir dönerci ustası olan İsmail Bey’in oğlu Tamer Bey, Miami’nin en merkezi yerinde bir dönerci dükkanı açış. Kapısının üsüne de kocaman harflerle “Türk Döneri” yazdırmış.
Taner Bey, babasının işi nedeniyle Almanya’da doğmuş, büyümüş, okumuş sonunda babasının mesleğini yaşatmaya karar vermiş. Almanca ve İngilizce biliyor, Türkçe bilgisi ise “merhaba, nasılsın”dan  öteye geçmiyor. Buna karşın Türklere güler yüzü ve sıcak yaklaşımı ile pozitif enerji veriyor.
Taner Bey, babasından devraldığı bu görevin çıtasını bir basamak  yükselterek, bir adım öne atarak, ona yeni bir vizyon katarak becermeyi başarmış. Bildiğimiz dönerin yanına, hitap ettiği kitlenin damak zevkine uygun bazı yiyecek maddeleri ekleyerek zenginleştirmiş, daha evrensel bir hale getirmiştir. Sunumu da daha çekici, iştah açıcı bir yapıya kavuşturmuştur.
Döner
Miami vitrinlerini gezerken Türkçe konuşan iki genç kıza rastladık, tanıştık, sohbet ettik. Biri Gaziantep, diğeri Hatay’dan gelmişler. Üniversite öğrencileri, biri Makine Mühendisliği eğitimi, diğeri Turizm eğitimi alıyorlarmış. Ailelerinin izniyle Miami’ye gelmişler. Otellerde oda temizliği yapıp para kazanıyor, hem de tatil yapıyorlar. Miami’de yemek sıkıntısı çektiklerinden söz ettiler. Dönerciye gittiğimizi söyledik, biz de gelelim dediler. Birlikte dönercinin yolunu tuttuk, çok beğendiler, teşekkür ettiler.
Miami’de başka Türk lokantaları da var. Sinoplu bir girişimci gencimiz burada İtalyan restoranı açmış. Hem de Miami’nin en önemli, en merkezi yerinde, tıklım tıklım dolup taşıyor.
Bir Türk girişimci nazar boncuklarının satıldığı çok güzel bir yer açmış. Vitrininde kocaman bir Türk bayrağı dalgalanıyor.
Tampa’da ise birden fazla Türk lokantası, Türk marketi, Türk işadamı, Türk çalışanı var.

Çok büyük alış-veriş mağazalarının birinin lobisinde , çocukları havaya zıplatan bir oyun alanı gözümüze çarptı. Çocukları oraya götürdük, bindirdik. İşyerinin sahibi Türkçe konuştuğumuzu görünce yanımıza geldi, tanıştık. Tokatlıymış Mehmet Bey, on yılı aşkın süreymiş Amerika’nın çeşitli yerlerinde aynı işi yapıyormuş. İki ay olmuş Tampa’ya geleli. İşleri iyiymiş, bizden ücret almadı, mahcup olduk, ikinci kez gelerek mahcubiyetimizi giderdik. Dost olduk, bize bazı yerleri tanımamızda yardımcı oldu.
Künefe
Tampa’da Ankaralı Kürşat Bey’in Türk marketi var, lahmacun bile yapıyorlar. Burada yaşayan Türkler zaman zaman biraya gelip Türk mutfağı özlemlerini gideriyorlar.
Bir de Akdeniz mutfağı ile kendini tanıtan Ayhan Bey’in lokantası var. Adana kebabı ile ünlü, Türk olduğumuzu öğrenince özel bir ilgi gösterdi. Künefe bile yapıyormuş, bizi çok şaşırttı. Bu kadarını da beklemiyorduk. Çok merak ettik, acaba Türkiye’deki aromayı tutturabiliyor mu diye.
Kadayıfı nereden alıyorsunuz diye sorduğumuzda, yanıtı çok netti “Arap marketlerinden”. Peki peynirini, tatlısını diye sorduğumuzda, bize uzun uzun künefenin varoluş öyküsünü anlattı. Peki zor değil mi diye sorduğumuzda, bizi gerçekten şaşırttı.
Önemli olanın zoru başarmak konusunda kısa bir konferans dinleyerek aydınlandık. Gerçekten de öyle, hak verdik Ayhan Bey’e.
Ayhan Bey, eşini ve oğlunu İstanbul’a göndermiş, kendisi tek başına bu zor işin üstesinden geliyor, yanında bulaşıkçı dışında kimseyi çalıştırmıyor.
Lokantada kullanılan tabak, çatal, bıçak, kaşık tek kullanımlık, ancak o kadar güzel ki gerçeğinden ayırmak mümkün değil.
İnsanın kendi kültürünü, geleneğini, göreneğini dünyanın  Türkiye’den çok uzak başka bir ucunda görmek gurur verici bir durum.
Türk insanının girişimci karakterini dünyanın her köşesinde görmekten  mutlu olduk.

4 Eylül 2017 Pazartesi

BERLİN-PARİS OTOBÜSÜ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE CEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

        BERLİN-PARİS OTOBÜSÜ 
                                                                                                                       İlhami NALBANTOĞLU
Berlin-Paris Otobüsü
Milli Güvenlik Kurulu’nun desteklediği bir proje kapsamında Ahlat eserlerinden oluşan bir sergi açmak üzere Almanya’nın Berlin Kentine gitmiştim. Görkemli bir sergi açılışı gerçekleşti, Alman televizyonları sergi ile ilgili özel proğramlar yaptılar. Tüm bu etkinliklerin başarılı bir şekilde gerçekleşmesinde, aslen Ahlatlı olanve o dönemde Berlin Türk Cemaati Başkanlığını yürüten Mustafa Çakmakoğlu’nun büyük katkıları olmuştu.
Sergi süresi onbeş gündü, ilk hafta biraz hareketli geçti, daha sonraları ilgi azalmıştı. Artık sergi alanında durmam gerekmiyordu. Ben de bu boşluğu Berlin’i gezerek, tarihi ve turistik yerlerini dolaşarak değerlendirmek istiyordum. Birkaç gün sonra bndan da sıkıldım, aklımda Almanya’ya kadar gelmişken Paris ve Londra’yı da görmek vardı. Çok geniş bir bütçem yoktu, o yüzden en ekonomik bir şekilde hareket etmem gerekiyordu. Uçak biletleri çok pahalıydı, ben de trenle ya da otobüsle gitmenin daha uygun olacağını düşündüm. Bunun için araştırma yaptım, edindiğim bilgilere göre, Berlin’den Paris’e haftanın belirli günlerinde tek bir otobüs kalkıyordu. Londra’ya gitmik için ise önce Paris’e oradan da Manş Hızlı Treni ile gitmek gerekiyordu. Tren ise çok pahalıydı. Bu yüzden Londra’yı listeden çıkarmak zorunda kaldım.
Biletimi önceden almıştım, bir gün akşam saatlerine doğru Berlin’in arka semtlerindeki otobüs terminali denilen izbe bir yerden külüstür bir otobüse bindim. 50 kişilik otobüste 12-15 kişi vardı, numara vermedikleri için herkes istediği koltuğa oturuyordu. Ben de kendime bir cam kenarı koltuk seçip oturdum. Birkaç kişi daha geldikten sonra otobüs hareket etti. Berlin’in arka sokaklarından bir süre gittikten sonra şehirlerarası yola çıktı Otobüs Alman hassasiyeti gereği, ağır ve temkinli yol alıyordu, kimsenin ne bir telaşı ne de acelesi vardı.
Aklım otobüs terminali dedikleri yere takılı kalmıştı. Terminal denince ben bizim görkemli ve arı kovanı gibi kaynayan Ankara ve İstanbul terminalleri gibi bir yerle karşılaşacağımı sanıyordum. O yıllarda Türkiye ile Almanya arasındaki gelişmişlik farkını göz önüne getirince bir türlü Almanya’ya yakıştıramıyordum. Bunun ülkede ulaşımın ağırlıklı olarak uçak ve tren ile yapıldığını öğrenince durumu kavramaya başladım.
Otobüs yol boyu bazı yerlerde durarak birer ikişer kişilerden oluşan yolcuları da alıp yoluna devam ediyordu. Bir şey daha dikkatimi çekti, otobüse binen yolcular, bagajlarını otobüsün alt kısmına yerleştirdikten sonra, ellerinde büyük poşetlerle otobüse biriyorlardı, bunları da hemen ayaklarının önüne koyuyorlardı. Zaman ilerledikçe, yavaş yavaş bu poşetlerin açıldığını ve içinden çıkardıkları türlü türlü yiyeceklerle sabah saatlerine kadar durmaksızın tıkındıklarını görünce, bir kez daha yanıldığımı anladım. Ben zannediyordum ki Türkiye’de olduğu gibi otobüs bazı tesislerde mola verecek insanlar inip ihtiyaçlarını giderecek, aç karınlarını doyuracaklar. Öyle bir şey olmadı, herkes durmaksızın tıka basa yolluklarına yüklendi, ben gariban da aç suzuz onları seyretmekle yetindim. Ders oldu bana, ben de dönüşte bir sürü yiyecekle otobüse bindim ama bu kez de az geldi, gece yarısı olmadan bütün yiyeceklerimi tükettim.
Gece yarısı otobüs gene bir yerde durdu, 14-15 kişilik bir Fransız grubu paldır küldür bindiler. Herkes kendine bir yer bulup oturdu, kimileri yerlerinden memnun olmadı. Grubun lideri öğretmen olduğu anlaşılan kişi, otobüsün görevlisine hepsinin bir arada oturmasını istediklerini söyledi ve beni göstererek başka bir koltuğa geçmemi istedi. Kalkmak istemedim, ama baktım ki ısrar ediyorlar istemeye istemeye yerimden kalkıp arka sıralardan birine geçmek istedim. Bir de ne göreyim, arka sıralarda bir zencinin yanındaki boş koltuktan başka boş yer yok. Zenci, kendi koltuğundan taşmış ve boş koltuğun yarısını işgal etmişti, zar-zor oraya sıkıştım. Biraz da, o dönemde zencilere karşı bir önyargım olduğu için bu yer değişikliği beni oldukça rahatsız etmeye başladı. Uykum kaçtı, huzurum bozuldu, niye yerimden kalktım diye kendime kızdım durdum.
Dayanamadım bir süre sonra yerimden kalktım, başka yer bulacaktım kendime, ama başka boş yer yok. Otobüsün en arka sırasında, uzun boylu bir sarışın genç, yanındaki boş koltuğa da yayılmış, ayaklarını da öndeki boşluğa uzatmış, mışıl mışıl uyuyordu. Nu rahatsız etmekten başka çarem yoktu. Yanındaki boşluğa sıkışmaya çalıştım, gözlerini açtı, kızgın bir vaziyette bana baktı, yapacak ya da söylenecek bir şey yoktu, çaresiz gözlerini yumup bölünen uykusuna kaldığı yerden devam etti. Ben ise güzel yerimi bir Fransız’a terk edip Paris’e varıncaya kadar, o arka koltukta bir o yana bir bu yana sallanarak ve gözüme uyku girmeden Paris’e gidene kadar bu çileyi çektim.
Otobüs, Paris’in arka sokaklarından tenha bir yerde durdu, tüm yolcular indi, bir tek ben kaldım. Tek başıma kalmaktan tedirgin olduğum için, ben de herkes gibi burada inmenin daha iyi olacağını düşünerek aşağıya indik. Sokakta otobüs yolcularından başka hiç kimse yoktu. Tüm yolcular aynı istikamete doğru gidiyorlardı. Ben de onları takip etmekten başka bir çaremin olmadığını düşünüyordum.
Paris, Zafer Takı ve Yürümekten Şişen Ayaklar
            Dar sokaklardan geçtikten sonra tünel gibi bir yere geldiler, sonra bir kapıdan içeri girdiler, ben de arkalarından. Burasının bir metro istasyonu olduğunu gördüm. Tüm yolcular biltlerini basıp ya da jetonlarını atarak turnikelerden geçtiler. Benim ne biletim,, ne jetonum vardı, üstelik nereden ve nasıl alınacağını da bilmiyordum. Her kes gitti ben orada yalnız kaldım. Metroya binmekten başka seçeneğimin olmadığını anlayınca, birini gelmesini bekledim. Çok geçmeden bir yolcu geldi, jetonunu attı ve turnikeden geçti, turnike daha kapanmadan ben arkadan ani bir refleksle paldır küldür kendimi içeriye attım. Çevreye baktım gören biri oldu mu diye, kimsecikler yoktu ortada. Jeton atan adam dönüp arkasına bile bakmadan gitti.
Metro’da bir kanepeye oturup buradan sonra nasıl hareket etmem gerekiyor diye plan yapmaya başladım. Duvarda asılı duran Paris haritasında kendime bir rota çizmeye çalıştım ve ona göre hangi istikamete gitmem ve kaç istasyon gittikten sonra inmem gerektiğini tespit ettim. İlk gelen metroya binip üç istasyon sonra indim, metrodan çıktığımda tam karşımda bir büfede Paris kent haritaları satıldığını gördüm. Hemen bir harita alıp incemeye başladım. Haritada bulunduğum yeri işaretledim, sonra nerelere gitmem gerektiğini belirledim, ilk hedefim Eyfel Kulesi’ydi.
Türk Bayrağına Bürünmüş Eyfel Kulesi
Elimde harita geze geze kentin kalabalık alanlarından bir yere geldim. Çok lüks bir yer değidi, küçük alış-veriş merkezleri, oteller, dönerci dükkanları, işsiz güçsüz insanların tıklım tıklım doluştuğu bir Türk kahvesine bile rastladım. Aradığım yeri bulmuştum, zorda kaldığımda oradaki Türk dönercilerden yardım alıyordum. Konaklama işini çözmem gerekiyordu, otellere girip resepsiyonlardaki fiyat tarifelerine bakıp bütçeme uygun bir otel seçip yer ayırttım. Sıra karnımı doyurmaya gelmişti, Fransızların ünlü baget sandviçleri vitrinden çok güzel görünüyordu. Bir tane aldım, açlığın da etkisiyle çok lezzetle gelmişti. Aslında annemin yaptığı haşlanmış yumurtalardan çok farklı değildi. İçinde sadece fazladan salam vardı.
Sıra hedefimdeki Eyfel Kulesi’ne gelmişti, haritaya bakarak ve yürüyerek geldim. Yaklaştıkça muhteşem görüntüsü karşısında hayranlığım artıyordu. Dünyanın en çok turist alan bir yeri olması nedeniyle oldukça kalabalıktı. Bilet alıp, üç aşamalı asansörle epesindeki seyir terasına çıktım. Bol bol çevrenin fotografını çekiyordum, Bir süre burada oyalandıktan sonra hedefimdeki diğer önemli yerler olan Zafer Takı, Luvr Müzesi, Şanzelize ve Sen Nehri turuna çıkmak için yeni planlar yapmaya başladım.
Berlin’deki havaya göre Paris daha sıcaktı, biraz kalın giyindiğim için, yorgunluk ve güneşin de etkisiyle terlemeye ve yorulmaya başladım. Bir süre sonra ayaklarım beni taşıyamaz bir hal almıştı. Sen Nehri’nin kenarındaki parklardan birinin bankına oturarak ayaklarımı dinlendirmek istedim, ateş gibi yanıyorlardı. Bir yer bulup yıkamak istedim ama hareket edecek gücüm kalmamıştı. Tam o sırada karşımda bir Hintliyi gördüm, su satıyordu, fiyatını sordum ve bir şişe istedim, 8 Frank olduğunu söyleyince küçük dilimi yutacaktım. Paris’in aynı zamanda dünyanın en pahalı kentlerinden birisi olduğu gerçeğini de öğrenmiş oldum böylece.
Paris’in pahalı olduğunu önceden bilmediğim için bütçem açık vermeye başlamıştı. Bu açığı gidermek için bir ATM’de para çekmem gerekiyordu. Fransız mimari sitiliyle yapılmış çok görkemli bir binanın önünde bir ATM gördüm. Kartımı çıkarıp taktım, yeni bir ekran açıldı, yazılar Fransızcaydı, benim ortaokul düzeyindeki Fransızcamla bunu anlamam mümkün değildi. Aklıma pratik bir fikir geldi, Türkiye’de para çekerken hangi sıradaki tuşlara basıyorsam burada da aynısını yaptım. Sonuç başarılı olmuştu, paramı alıp yeni yerler görmek için tabana kuvvet yola koyuldum.
Paris’in güzelliği karşısında duyduğum hayranlık, buraya kadar gelmişken bari Hızlı Manş Treni ile Londra’yı da aradan çıkarma fikrini yeniden depreştirdi. Tekrar tren istasyonuna gidip fiyatları yeniden inceledim, eh bütçe sorununu da çözmüştüm nasıl olsa, fakat ayaklarım su koyuveriyordu. Israrla ben seni taşıyamam diye sızlanıp duruyordu. O da haklıydı, bir süre oralarda oyalandım ve Londra seyahatini başka sefere bırakarak o köhne otobüse binip Berlin’e döndüm.

CEP TELEFONU CİNAYETLERİ "AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI" - ilhami NALBANTOĞLU

CEP TELEFONU CİNAYETLERİ                                                                                            İlhami NALBANTOĞLU

Cep Telefonu
Yakın geçmişte televizyonlarda, bir ulaşım aracının bayan sürücüsünün yolcusunu nasıl ezerek öldürdüğüne ülke olarak tanık olduk. Hemen ardından Amerikalı bir bayanın önündeki 3 metrelik çukura tepetaklak nasıl yuvarlandığını da gene haber bültenlerinde ibretle izledik.
            Bunlar başka yerlerde gerçekleşen olaylar, bunların dışında bir de bizim günlük yaşamda tanık olduğumuz olaylar var.
Hemen hemen tüm bankaların güvenlik görevlileri, görevlerini yapıyor gibi görünüp cep telefonlarından gözlerini alamıyorlar. Bu yerlerde işimiz olduğunda izliyoruz, çoğu müşterilerin ne içeriye girdiklerinden ne de çıktıklarından haberleri olmuyor çoğunun. Peki bunların hiç amirleri yok mudur? Biz müşteriler olarak bunu görüyoruz da onlar göremiyorlar mı?
Ya kasiyerlere ne demeli? Bir yandan kasa işlemi yaparken gözleri masanın üzerinde açık ve faal halde bulunan cep telefonlarında değil mi? Müşterinin bir anlık dalgınlığından acaba nasıl yararlanıp mesajıma nasıl yanıt verebilirim kaygısında olduklarını her hallerinden belli ediyorlar.
Yolda, pazarda, parkta, alışveriş merkezlerinde kendilerini telefonlarına kaptırıp üzerimize doğru gelenleri hesaba katmıyorum. Çarpmasınlar diye sağa sola kaçışırken onların haberleri bile olmuyor. Mesajlaştıkları, sevgilileri, arkadaşları, eşleri, çocukları kim olursa olsun, onları kendi dünyalarından alıp hayal dünyalarına taşıdıkları için sermest olmuş bir vaziyette üstümüze üstümüze gelmelerini gündelik yaşamın bir parçası olarak kabul edebiliyoruz.
Amaç Dışı Kullanılmamalı
Ya bu telefon satış yerlerindeki görevlilere ne demeli? Bizim işlemlerimizi yaparken, bir yandan da önlerinde açık duran kendi telefonlarında da sürekli yazışıyorlar. Bu işi öylesine pratik bir şekilde yapıyorlar ki, insanın aklına acaba benim bilgilerimi kendi telefonlarına kaydediyorlar diye düşünmeden edemiyoruz. Gerçekten bunu yapanların olmadığına kimse bizi inandıramaz.
            Ulus olarak bir işin cılkını çıkarmakta üstümüze kimse yoktur. Biz bunu Batı’dan alıyoruz almasına da Batı’da bizim kadar telefon kullanana rastlayamazsınız.
Sanmıyoruz ki dünyanın başka bir ülkesinde araba kullanırken telefonla konuşan insan bizdeki kadar olsun. Dolmuş ya da özel otobüs sürücülerinin telefon kullanma alışkanlıkları neredeyse cambazlık düzeyine kadar ulaşmış. Özellikle yoğun trafiğin olduğu saatlerde sol el sürekli kulaktaki telefona sabitlenmiş, sağ el ile de hem direksiyon kullanıyor hem de vites değiştiriyor. Trafikteki dur-kalkları dikkate aldığınızda direksiyondaki kişinin cambazlardan da daha yetenekli olduğuna gözlerinizle tanık oluyorsunuz.
Bunların daha yeteneklileri de var, mesaj yazanlar, özellikle sağ eli ile mesaj yazanlar, sol elle direksiyonu idare ederken, sağ elle hem mesaj yazıyor, hem de vites değiştirebiliyorlar. Sonra da diyorlar ki Türkiye’de yollar artık eskisi gibi kötü değil, otomobiller deseniz, neredeyse külüstür araba kalmadı, peki bu kazalar neden?
Önemli Bir Bilgi Kaynağı
Araştırmacılar, özellikle son yıllarda Türkiye’deki trafik kazalarının yüzde 60’ının sürücülerin kaza sırasında cep telefonu kullandıklarından meydana geldiğini tespit etmişler.
           Ulus olarak son yıllarda hızlı bir artış gösteren kadın cinayetlerinin önlenmesi için büyük gayret sarf ediyor olmamıza karşın bir adım ileriye gidemiyoruz. Haber kanalları dramatik bir biçimde kadın cinayetlerine dikkatleri çekip, inşallah bu son olur temennisinde bulundukları anda bile bir yenisi kara listeye daha ekleniyor.
Eşlerin, sevgililerin, birlikte yaşayanların birbirlerinin telefonlarını gizli ya da aleni kontrol edip, “kime mesaj yazdın” veya “kimden mesaj geldi” sorgulaması ile başlayan tartışmaların yeni bir kadın cinayeti olarak sonuçlanmasının örnekleri bir hayli fazla yaşanıyor ülkemizde.
Dedik ya biz ulus olarak her şeyin cılkını çıkarmayı marifet sayıyoruz. Sosyal Medya denilen bir illet sardı toplumuzu. Kuşkusuz bunun olumlu, yararlı tarafları vardır. Ne var ki bunu kötüye kullanmaya kalkanlar, art niyetli olanlar, hatta düşmanca yaklaşımlar sergileyenleri de hesaba katmamız gerekiyor.
Yıllardır ülkenin nimetlerini tepe tepe kullanalar, sonunda Devletimizin başına ne çoraplar örmeye kalkmadılar mı? Bunu ne ile ve nasıl yaptılar diye sormaya gerek var mı? Kurdukları iletişim ağının marifetiyle bu herzeyi karıştırmadılar mı?