ZÜRİH-MÜNİH TRENİ
İlhami NALBANTOĞLU
|
Zürih'ten Bir Görünüm |
Görevli olarak bir
aylığına İsviçre’nin Cenevre kentine gitmiştim. Bu benim ilk yurtdışına
çıkışımdı. Doğal olarak tarifsiz bir heyecan yaşıyordum. Devlet olanakları ile
elde ettiğim bu bir aylık süreyi azami ölçüde iyi değerlendirmeyi düşünüyordum.
Katıldığım toplantının Türk Heyeti Başkanı Kâmran İnandı. Kamran İnan, Birleşmiş Miletler Daimi Temsilcisi olarak
Cenevre’de görevliydi. Kendisiyle Cumhuriyet Senatosu Üyesi olduğu dönemlerde
birkaç kez görüşmüştüm. Bu görüşmelerimiz daha ziyade iyi bir işe girebilmek
içindi. Ne var ki Kamran Bey’in o günkü anlayış biçimi, kimseye ayrımcılık
tanımama üzerine kurulmuştu. Hiçbir Bitlisliye işe girme ya da kamu
kaynaklarından yararlanma konusunda hiçbir yardımda bulunmamayı yeğliyordu. Bu
amaçla ziyaretini gittiğimizde, idealist devlet anlayışı kapsamında, güzel bir
nasihat veriyor, işe girme umutlarımızı, hayallerimizi hepten yok ederek
uğurluyordu.
Kendisinin bir katkısı olmamasına karşın,
işe girip, Başbakanlık Merkez Teşkilatı’nda önemli bir göreve gelip, görevli
olarak Cenevre’ye, hem de onun başkanlık edeceği bir toplantıya katılıyor
olmamın onu pek memnun etmeyeceğini tahmin ettiğim için, ne de olsa hemşerim,
hem de bir büyüğüm olarak kendisine eli boş gitmenin uygun olmayacağını
düşündüm. O yıllarda çok öğündüğümüz “Türk Lokumu” ve benzeri birkaç hediyeyle
gidersem gerilimi biraz hafifleteceğimi sanıyordum. Yanılmışım, ilk toplantıda,
Başbakanlıktaki görevimi sordu, anlattım, dil bilip bilmediğimi sordu,
bilmediğimi söyleyince kıyamet koptu. Uluslar arası gündem için toplandığımız
konuları bir yana itip, Türkiye’nin bu tür toplantılara dil bilmeyen insanlar
gönderdiği, bu yüzden ulusal alanda bir başarı elde edemediğimizi dile
getirerek beni yeren dibine soktu, soktu çıkardı.
İlk kez yurt dışına çıkmış olmanın heyecanı
ile ilkten moralimi bozmamak, bana sunulan bu olanağı en iyi bir şekilde
değerlendirebilmek için soğuk kanlığımı korumaya çalıştım. Toplantı bitti,
Kamran Bey’de odasına geçti. Ardından ben de gidip, sekreterine kendisiyle
görüşmek istediğimi bildirdim. Sekreter içeri girdi, biraz geç çıktı, beni
kabul etmeyecek diye saniyeler geçmek bilmiyordu. Sonunda lütfedip içeri
aldılar. Aldığım hediyeleri beraberimde götürmüştüm, hiç beklemediğini anladım.
Hediyelerimi kendisine takdim ettiğimde, mevkisi, makamı ile örtüşmeyen asil
bir mahcubiyet tavrı sergiliyordu.
|
Münih Treni |
Dil bilmediğim için kendimi kusurla
saymıyordum, onun yönetim kademesinde olduğu bir sistemde benim bunu
başaramamamın mümkün olamayacağını dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
Kendisini örnek gösteriyordu, bunun için iki önemli hususu belirttim. Ailesinin
Bitlis’ten Bursa’ya zorunlu ikamete tabi tutulmaması, ve kendisinin çok zeki
bir insan olmaması halinde bunun mümkün olamayacağını anlatmaya çalıştım.
Beni toplantıda herkesin içinde çok hırpaladığını,
bunun beni üzdüğünü ve bu durumda burada kalmamın bir anlamının olamayacağını
anlattım. Heyet Başkanı olması nedeniyle iznini isteyerek bundan sonraki
toplantılara katılmak istemediğimi belirttim. Buna itiraz etti. İlk kez bana “hemşehrim”
hitabında bulunarak, beni Cenevre’de gezdirmek istediğini, bunun için gitmemem
gerektiğini anlatıyordu. Bunlar beni ikna edecek hususlar olmadığı için iznini
isteyerek odasından ayrıldım.
Ben İsviçre’deyim diye buraya gelen
arkadaşım Süleyman Kedicioğlu otelde beni bekliyordu. Durumu ona anlattım,
valizlerimizi toplayarak otelden ayrılıp Cenevre hava alanına doğru yola
çıktık. Zürih’e gidecektik, burada Süleyman’ın bir arkadaşının babası bizi
karşıladı. Bekar yaşıyordu, bizi evinde konuk etti. Birkaç gün burada kaldıktan
sonra, Süleyman ile aramızda bazı anlaşmazlıklar çıktı ve ben Münih hava alanı
üzerinden Türkiye’ye dönmeye karar vererek Münih’e gidecek olan trenden bir
bilet aldım.
Güzel bir yaz sabahı, Zürih tren garından
Münih’e gidecek olan trene bindim. Boş kompartmanlardan birine yerleştim,
trenin kalkmasına daha vardı. Kalkış saati yaklaştıkça yolcular geliyor ve tren
yavaş yavaş kalabalıklaşıyordu. Benim bulunduğum kompartmana siyah çarşaflı bir
kadın ile genç bir delikanlı gelmişlerdi. Başka yolcular da vardı ama bunlar
ilgimi çekmişti. Türk olabilirler mi diye düşünmeden edemedim. Ancak o dönemde
siyah çarşaflı kadınlar pek görülmezdi. Belki Avrupa’da daha rahat ediyorlar
diye düşünmeden edemedim. Bir süre sonra konuşmak istedim, sözlerime hiçbir yanıt
alamayınca hangi ulustan olduklarına dair bir izlenim edinemedim. Başka da
konuşacak kimseyi bulamayınca yolculuk bin süre sonra sıkıcı olmaya başladı.
Zürih-Münih arası yaklaşık olarak 7-8 saat sürüyordu, bu süreyi nasıl
geçireceğim diye kara kara düşünmeye başladım. Hep kompartmanda oturmakla zaman
bir türlü geçmiyordu.
İyice sıkılmaya başladığım bir sırada
kompartmandan çıkıp koridorda biraz hava alayım diye çıktım. Camdan Avrupa’nın
yeşil doğasını zevkle seyrederek derin hayallere dalmış gidiyordum. Bitişik
kompartmanda da bir bey çıkıp benim yanımdaki pencereden dışarıyı seyretmeye
başladı. Uzun bir süre geçtikten sonra birbirimizle bakıştık, bir elektriklenme
oldu sanki, bu şık giyimli ve benden birkaç yaş büyük olduğunu sandığım kibar
bey bana Fransızca nereli olduğumu sordu. Ben de ona Fransızca Türk olduğumu
söyledim. Fransızca olarak başka bir soru yönelteceğini beklerken, bana Türkçe
“Ben de İstanbullu bir Ermeniyim” dedi. Hiç ummadığım ve beklemediğim bir
ortamda Türkçe konuşan biri ile karşılaşmak beni oldukça heyecanlandırmıştı.
Konuşmamız artık Türkçe devam ediyordu, ve kendisiyle karşılaşmaktan duyduğum
memnuniyeti anlattım. O da bu karşılaşmadan memnun olduğunu anlatmaya çalıştı.
Beni sürekli izlediğini bir Türkten ziyade bir Hindistanlıyı çağrıştırdığımı
söyledi. Bu kanıya aynı kompartmanda olan siyah çarşaflı kadın ile birlikte
olduğumuzu düşünerek vardığını anlatmaya çalıştı. Onunla bir ilgimin olmadığını
söyledim.
Ermeniler hakkında yalan yanlış çok şeyler
duyduğum ve bildiğim için, ilk kez bir Ermeni ile karşılaşıyor olmaktan büyük
bir tedirginlik duymuştum. Karşımdaki modern giyimli, şık, kibar, bilgili,
yakışıklı, entelektüel bu kişiyi, zihnimde tasarladığım Ermeni tiplemesiyle
bağdaştıramıyordum. İçimi bir korku sarmıştı, ya bana zehirli bir şey verirse,
ya bana bilemediğim bir tuzak kurarsa, ya bana yanlış bilgiler verip, başıma
dertler açarsa diye ödüm kopuyordu. Çünkü öyle kurgulanmıştım, geçmişte yaşanan
iki toplum arasındaki olumlu ya da olumsuz ilişkiler bana öyle anlatılmıştı.
Ben onlara karşı kin ve nefretle doluydum, ne var ki karşımdaki uygar, çağdaş
kişi benim zihnimdeki önyargılarımla örtüşmüyordu. Ancak benim kalıplaşmış
önyargılarım kolay kolay eriyip çözülemeyecek buz kitlelerini andırıyordu.
|
Münih'ten Genel Görünüm |
Tren vagonunun koridor penceresinde
başlayan sohbetimiz iyice koyulaşmıştı, benim kemikleşmiş önyargılarım saklı
kalmak kaydıyla Türkiye’den, İstanbul’dan bahsediyorduk. Sonra bana nereden
gelip nereye gittiğimi, Münih’te trenden indikten sonra ne yapacağımı, nereye
gideceğimi, nerede kalacağımı, Türkiye’ye ne zaman döneceğimi sordu, tüm bu
sorulara temkinli olmak kaydıyla, kimine doğru, kimine yanıltıcı ve kaçamak
yanıtlar vererek sohbeti sürdürdüm. Bana, “istersen seni bu gece evimde
konuk eder, ertesi gün de Münih hava alanına götürüp Ankara’ya yolcu
edebilirim.” dediğinde içimi büyük bir korku sarmıştı. Ya beni evine
götürüp başıma türlü türlü işkence yaparsa diye korkunç düşünceler beynimi
kemiriyordu. Ne var ki karşımdaki insanın ne tavırları ne de konuştukları böyle
bir izlenim vermiyordu. Ama benim önyargılarım ve şartlanmışlığım beni böyle
yönlendiriyordu.
Beni ikna edebilmek için evini, iş
ortamını, aile yaşamını bir bir anlattı. Münih’e inince ne yapacağımı nereye
gideceğimi, nerede kalacağımı, ertesi gün hava alanına nasıl gideceğimi
hiçbirini bilmiyordum, buna rağmen bu kibar insanın hiçbir önerisini korkumdan
kabul etmedim. Münih’te Türklerin genellikle konakladıkları otelin adını ve
adresini bana verdi, ertesi gün Münih havaalanına nereden ve nasıl gideceğimi
tarif etti. Kibarca bir vedalaşmadan sonra Münih garında trenden indikten sonra
ayrıldık.
2016 Yılının ilk aylarında Atatürk
Araştırma Kurumu, “Türk Ermeni İlişkileri” konulu Uluslar arası bir sempozyumun
Bitlis’te yapılmasını gerçekleştirdi. Bu sempozyumda ben de bir tebliğ sundum.
Konusu “Ermeni Asıllı Bir Kadın ile Bir Türk Erkeğinin Ahiret
Kardeşliği” idi.
Bu çalışma nedeniyle Türk-Ermeni
ilişkilerine daha yakından bakma fırsatı buldum. Tebliğimde bu ilişkinin normal
düzeye taşınması için her iki toplumun da gerekli duyarlılığı göstermesi
gerektiğini anlatmaya çalıştım. Bu sempozyumda, yıllar evvel Münih-Zürih
treninde yaşadığım olaydan söz ettim.
Şimdi dönüp arkama baktığımda, yıllar evvel Zürih-Münih
Treninde hiç tanımadığım bir Ermeni’nin bana göstermiş olduğu samimiyet ve
dostluğu, kodlarıma yüklenen kin ve nefret yüzünden nasıl geri teptiğimden
bugün için duyduğum utancı iliklerimde hissediyorum.
Önce insan olmak gerekiyor, ırk, dil, din,
renk gibi unsurlar daha sonra gelir…