4 Eylül 2017 Pazartesi

BERLİN-PARİS OTOBÜSÜ, AHLAT KÜLTÜR SANAT VE CEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

        BERLİN-PARİS OTOBÜSÜ 
                                                                                                                       İlhami NALBANTOĞLU
Berlin-Paris Otobüsü
Milli Güvenlik Kurulu’nun desteklediği bir proje kapsamında Ahlat eserlerinden oluşan bir sergi açmak üzere Almanya’nın Berlin Kentine gitmiştim. Görkemli bir sergi açılışı gerçekleşti, Alman televizyonları sergi ile ilgili özel proğramlar yaptılar. Tüm bu etkinliklerin başarılı bir şekilde gerçekleşmesinde, aslen Ahlatlı olanve o dönemde Berlin Türk Cemaati Başkanlığını yürüten Mustafa Çakmakoğlu’nun büyük katkıları olmuştu.
Sergi süresi onbeş gündü, ilk hafta biraz hareketli geçti, daha sonraları ilgi azalmıştı. Artık sergi alanında durmam gerekmiyordu. Ben de bu boşluğu Berlin’i gezerek, tarihi ve turistik yerlerini dolaşarak değerlendirmek istiyordum. Birkaç gün sonra bndan da sıkıldım, aklımda Almanya’ya kadar gelmişken Paris ve Londra’yı da görmek vardı. Çok geniş bir bütçem yoktu, o yüzden en ekonomik bir şekilde hareket etmem gerekiyordu. Uçak biletleri çok pahalıydı, ben de trenle ya da otobüsle gitmenin daha uygun olacağını düşündüm. Bunun için araştırma yaptım, edindiğim bilgilere göre, Berlin’den Paris’e haftanın belirli günlerinde tek bir otobüs kalkıyordu. Londra’ya gitmik için ise önce Paris’e oradan da Manş Hızlı Treni ile gitmek gerekiyordu. Tren ise çok pahalıydı. Bu yüzden Londra’yı listeden çıkarmak zorunda kaldım.
Biletimi önceden almıştım, bir gün akşam saatlerine doğru Berlin’in arka semtlerindeki otobüs terminali denilen izbe bir yerden külüstür bir otobüse bindim. 50 kişilik otobüste 12-15 kişi vardı, numara vermedikleri için herkes istediği koltuğa oturuyordu. Ben de kendime bir cam kenarı koltuk seçip oturdum. Birkaç kişi daha geldikten sonra otobüs hareket etti. Berlin’in arka sokaklarından bir süre gittikten sonra şehirlerarası yola çıktı Otobüs Alman hassasiyeti gereği, ağır ve temkinli yol alıyordu, kimsenin ne bir telaşı ne de acelesi vardı.
Aklım otobüs terminali dedikleri yere takılı kalmıştı. Terminal denince ben bizim görkemli ve arı kovanı gibi kaynayan Ankara ve İstanbul terminalleri gibi bir yerle karşılaşacağımı sanıyordum. O yıllarda Türkiye ile Almanya arasındaki gelişmişlik farkını göz önüne getirince bir türlü Almanya’ya yakıştıramıyordum. Bunun ülkede ulaşımın ağırlıklı olarak uçak ve tren ile yapıldığını öğrenince durumu kavramaya başladım.
Otobüs yol boyu bazı yerlerde durarak birer ikişer kişilerden oluşan yolcuları da alıp yoluna devam ediyordu. Bir şey daha dikkatimi çekti, otobüse binen yolcular, bagajlarını otobüsün alt kısmına yerleştirdikten sonra, ellerinde büyük poşetlerle otobüse biriyorlardı, bunları da hemen ayaklarının önüne koyuyorlardı. Zaman ilerledikçe, yavaş yavaş bu poşetlerin açıldığını ve içinden çıkardıkları türlü türlü yiyeceklerle sabah saatlerine kadar durmaksızın tıkındıklarını görünce, bir kez daha yanıldığımı anladım. Ben zannediyordum ki Türkiye’de olduğu gibi otobüs bazı tesislerde mola verecek insanlar inip ihtiyaçlarını giderecek, aç karınlarını doyuracaklar. Öyle bir şey olmadı, herkes durmaksızın tıka basa yolluklarına yüklendi, ben gariban da aç suzuz onları seyretmekle yetindim. Ders oldu bana, ben de dönüşte bir sürü yiyecekle otobüse bindim ama bu kez de az geldi, gece yarısı olmadan bütün yiyeceklerimi tükettim.
Gece yarısı otobüs gene bir yerde durdu, 14-15 kişilik bir Fransız grubu paldır küldür bindiler. Herkes kendine bir yer bulup oturdu, kimileri yerlerinden memnun olmadı. Grubun lideri öğretmen olduğu anlaşılan kişi, otobüsün görevlisine hepsinin bir arada oturmasını istediklerini söyledi ve beni göstererek başka bir koltuğa geçmemi istedi. Kalkmak istemedim, ama baktım ki ısrar ediyorlar istemeye istemeye yerimden kalkıp arka sıralardan birine geçmek istedim. Bir de ne göreyim, arka sıralarda bir zencinin yanındaki boş koltuktan başka boş yer yok. Zenci, kendi koltuğundan taşmış ve boş koltuğun yarısını işgal etmişti, zar-zor oraya sıkıştım. Biraz da, o dönemde zencilere karşı bir önyargım olduğu için bu yer değişikliği beni oldukça rahatsız etmeye başladı. Uykum kaçtı, huzurum bozuldu, niye yerimden kalktım diye kendime kızdım durdum.
Dayanamadım bir süre sonra yerimden kalktım, başka yer bulacaktım kendime, ama başka boş yer yok. Otobüsün en arka sırasında, uzun boylu bir sarışın genç, yanındaki boş koltuğa da yayılmış, ayaklarını da öndeki boşluğa uzatmış, mışıl mışıl uyuyordu. Nu rahatsız etmekten başka çarem yoktu. Yanındaki boşluğa sıkışmaya çalıştım, gözlerini açtı, kızgın bir vaziyette bana baktı, yapacak ya da söylenecek bir şey yoktu, çaresiz gözlerini yumup bölünen uykusuna kaldığı yerden devam etti. Ben ise güzel yerimi bir Fransız’a terk edip Paris’e varıncaya kadar, o arka koltukta bir o yana bir bu yana sallanarak ve gözüme uyku girmeden Paris’e gidene kadar bu çileyi çektim.
Otobüs, Paris’in arka sokaklarından tenha bir yerde durdu, tüm yolcular indi, bir tek ben kaldım. Tek başıma kalmaktan tedirgin olduğum için, ben de herkes gibi burada inmenin daha iyi olacağını düşünerek aşağıya indik. Sokakta otobüs yolcularından başka hiç kimse yoktu. Tüm yolcular aynı istikamete doğru gidiyorlardı. Ben de onları takip etmekten başka bir çaremin olmadığını düşünüyordum.
Paris, Zafer Takı ve Yürümekten Şişen Ayaklar
            Dar sokaklardan geçtikten sonra tünel gibi bir yere geldiler, sonra bir kapıdan içeri girdiler, ben de arkalarından. Burasının bir metro istasyonu olduğunu gördüm. Tüm yolcular biltlerini basıp ya da jetonlarını atarak turnikelerden geçtiler. Benim ne biletim,, ne jetonum vardı, üstelik nereden ve nasıl alınacağını da bilmiyordum. Her kes gitti ben orada yalnız kaldım. Metroya binmekten başka seçeneğimin olmadığını anlayınca, birini gelmesini bekledim. Çok geçmeden bir yolcu geldi, jetonunu attı ve turnikeden geçti, turnike daha kapanmadan ben arkadan ani bir refleksle paldır küldür kendimi içeriye attım. Çevreye baktım gören biri oldu mu diye, kimsecikler yoktu ortada. Jeton atan adam dönüp arkasına bile bakmadan gitti.
Metro’da bir kanepeye oturup buradan sonra nasıl hareket etmem gerekiyor diye plan yapmaya başladım. Duvarda asılı duran Paris haritasında kendime bir rota çizmeye çalıştım ve ona göre hangi istikamete gitmem ve kaç istasyon gittikten sonra inmem gerektiğini tespit ettim. İlk gelen metroya binip üç istasyon sonra indim, metrodan çıktığımda tam karşımda bir büfede Paris kent haritaları satıldığını gördüm. Hemen bir harita alıp incemeye başladım. Haritada bulunduğum yeri işaretledim, sonra nerelere gitmem gerektiğini belirledim, ilk hedefim Eyfel Kulesi’ydi.
Türk Bayrağına Bürünmüş Eyfel Kulesi
Elimde harita geze geze kentin kalabalık alanlarından bir yere geldim. Çok lüks bir yer değidi, küçük alış-veriş merkezleri, oteller, dönerci dükkanları, işsiz güçsüz insanların tıklım tıklım doluştuğu bir Türk kahvesine bile rastladım. Aradığım yeri bulmuştum, zorda kaldığımda oradaki Türk dönercilerden yardım alıyordum. Konaklama işini çözmem gerekiyordu, otellere girip resepsiyonlardaki fiyat tarifelerine bakıp bütçeme uygun bir otel seçip yer ayırttım. Sıra karnımı doyurmaya gelmişti, Fransızların ünlü baget sandviçleri vitrinden çok güzel görünüyordu. Bir tane aldım, açlığın da etkisiyle çok lezzetle gelmişti. Aslında annemin yaptığı haşlanmış yumurtalardan çok farklı değildi. İçinde sadece fazladan salam vardı.
Sıra hedefimdeki Eyfel Kulesi’ne gelmişti, haritaya bakarak ve yürüyerek geldim. Yaklaştıkça muhteşem görüntüsü karşısında hayranlığım artıyordu. Dünyanın en çok turist alan bir yeri olması nedeniyle oldukça kalabalıktı. Bilet alıp, üç aşamalı asansörle epesindeki seyir terasına çıktım. Bol bol çevrenin fotografını çekiyordum, Bir süre burada oyalandıktan sonra hedefimdeki diğer önemli yerler olan Zafer Takı, Luvr Müzesi, Şanzelize ve Sen Nehri turuna çıkmak için yeni planlar yapmaya başladım.
Berlin’deki havaya göre Paris daha sıcaktı, biraz kalın giyindiğim için, yorgunluk ve güneşin de etkisiyle terlemeye ve yorulmaya başladım. Bir süre sonra ayaklarım beni taşıyamaz bir hal almıştı. Sen Nehri’nin kenarındaki parklardan birinin bankına oturarak ayaklarımı dinlendirmek istedim, ateş gibi yanıyorlardı. Bir yer bulup yıkamak istedim ama hareket edecek gücüm kalmamıştı. Tam o sırada karşımda bir Hintliyi gördüm, su satıyordu, fiyatını sordum ve bir şişe istedim, 8 Frank olduğunu söyleyince küçük dilimi yutacaktım. Paris’in aynı zamanda dünyanın en pahalı kentlerinden birisi olduğu gerçeğini de öğrenmiş oldum böylece.
Paris’in pahalı olduğunu önceden bilmediğim için bütçem açık vermeye başlamıştı. Bu açığı gidermek için bir ATM’de para çekmem gerekiyordu. Fransız mimari sitiliyle yapılmış çok görkemli bir binanın önünde bir ATM gördüm. Kartımı çıkarıp taktım, yeni bir ekran açıldı, yazılar Fransızcaydı, benim ortaokul düzeyindeki Fransızcamla bunu anlamam mümkün değildi. Aklıma pratik bir fikir geldi, Türkiye’de para çekerken hangi sıradaki tuşlara basıyorsam burada da aynısını yaptım. Sonuç başarılı olmuştu, paramı alıp yeni yerler görmek için tabana kuvvet yola koyuldum.
Paris’in güzelliği karşısında duyduğum hayranlık, buraya kadar gelmişken bari Hızlı Manş Treni ile Londra’yı da aradan çıkarma fikrini yeniden depreştirdi. Tekrar tren istasyonuna gidip fiyatları yeniden inceledim, eh bütçe sorununu da çözmüştüm nasıl olsa, fakat ayaklarım su koyuveriyordu. Israrla ben seni taşıyamam diye sızlanıp duruyordu. O da haklıydı, bir süre oralarda oyalandım ve Londra seyahatini başka sefere bırakarak o köhne otobüse binip Berlin’e döndüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder