İlhami NALBANTOĞLU
Berlin-Paris Otobüsü |
Milli Güvenlik Kurulu’nun desteklediği bir
proje kapsamında Ahlat eserlerinden oluşan bir sergi açmak üzere Almanya’nın
Berlin Kentine gitmiştim. Görkemli bir sergi açılışı gerçekleşti, Alman
televizyonları sergi ile ilgili özel proğramlar yaptılar. Tüm bu etkinliklerin
başarılı bir şekilde gerçekleşmesinde, aslen Ahlatlı olanve o dönemde Berlin
Türk Cemaati Başkanlığını yürüten Mustafa Çakmakoğlu’nun büyük katkıları
olmuştu.
Sergi süresi onbeş gündü, ilk hafta biraz
hareketli geçti, daha sonraları ilgi azalmıştı. Artık sergi alanında durmam
gerekmiyordu. Ben de bu boşluğu Berlin’i gezerek, tarihi ve turistik yerlerini
dolaşarak değerlendirmek istiyordum. Birkaç gün sonra bndan da sıkıldım,
aklımda Almanya’ya kadar gelmişken Paris ve Londra’yı da görmek vardı. Çok
geniş bir bütçem yoktu, o yüzden en ekonomik bir şekilde hareket etmem
gerekiyordu. Uçak biletleri çok pahalıydı, ben de trenle ya da otobüsle
gitmenin daha uygun olacağını düşündüm. Bunun için araştırma yaptım, edindiğim
bilgilere göre, Berlin’den Paris’e haftanın belirli günlerinde tek bir otobüs
kalkıyordu. Londra’ya gitmik için ise önce Paris’e oradan da Manş Hızlı Treni
ile gitmek gerekiyordu. Tren ise çok pahalıydı. Bu yüzden Londra’yı listeden
çıkarmak zorunda kaldım.
Biletimi önceden almıştım, bir gün akşam
saatlerine doğru Berlin’in arka semtlerindeki otobüs terminali denilen izbe bir
yerden külüstür bir otobüse bindim. 50 kişilik otobüste 12-15 kişi vardı,
numara vermedikleri için herkes istediği koltuğa oturuyordu. Ben de kendime bir
cam kenarı koltuk seçip oturdum. Birkaç kişi daha geldikten sonra otobüs
hareket etti. Berlin’in arka sokaklarından bir süre gittikten sonra
şehirlerarası yola çıktı Otobüs Alman hassasiyeti gereği, ağır ve temkinli yol
alıyordu, kimsenin ne bir telaşı ne de acelesi vardı.
Aklım otobüs terminali dedikleri yere
takılı kalmıştı. Terminal denince ben bizim görkemli ve arı kovanı gibi
kaynayan Ankara ve İstanbul terminalleri gibi bir yerle karşılaşacağımı
sanıyordum. O yıllarda Türkiye ile Almanya arasındaki gelişmişlik farkını göz
önüne getirince bir türlü Almanya’ya yakıştıramıyordum. Bunun ülkede ulaşımın
ağırlıklı olarak uçak ve tren ile yapıldığını öğrenince durumu kavramaya
başladım.
Otobüs yol boyu bazı yerlerde durarak birer
ikişer kişilerden oluşan yolcuları da alıp yoluna devam ediyordu. Bir şey daha
dikkatimi çekti, otobüse binen yolcular, bagajlarını otobüsün alt kısmına
yerleştirdikten sonra, ellerinde büyük poşetlerle otobüse biriyorlardı, bunları
da hemen ayaklarının önüne koyuyorlardı. Zaman ilerledikçe, yavaş yavaş bu
poşetlerin açıldığını ve içinden çıkardıkları türlü türlü yiyeceklerle sabah
saatlerine kadar durmaksızın tıkındıklarını görünce, bir kez daha yanıldığımı
anladım. Ben zannediyordum ki Türkiye’de olduğu gibi otobüs bazı tesislerde
mola verecek insanlar inip ihtiyaçlarını giderecek, aç karınlarını
doyuracaklar. Öyle bir şey olmadı, herkes durmaksızın tıka basa yolluklarına
yüklendi, ben gariban da aç suzuz onları seyretmekle yetindim. Ders oldu bana,
ben de dönüşte bir sürü yiyecekle otobüse bindim ama bu kez de az geldi, gece
yarısı olmadan bütün yiyeceklerimi tükettim.
Gece yarısı otobüs gene bir yerde durdu,
14-15 kişilik bir Fransız grubu paldır küldür bindiler. Herkes kendine bir yer
bulup oturdu, kimileri yerlerinden memnun olmadı. Grubun lideri öğretmen olduğu
anlaşılan kişi, otobüsün görevlisine hepsinin bir arada oturmasını istediklerini
söyledi ve beni göstererek başka bir koltuğa geçmemi istedi. Kalkmak istemedim,
ama baktım ki ısrar ediyorlar istemeye istemeye yerimden kalkıp arka sıralardan
birine geçmek istedim. Bir de ne göreyim, arka sıralarda bir zencinin yanındaki
boş koltuktan başka boş yer yok. Zenci, kendi koltuğundan taşmış ve boş
koltuğun yarısını işgal etmişti, zar-zor oraya sıkıştım. Biraz da, o dönemde
zencilere karşı bir önyargım olduğu için bu yer değişikliği beni oldukça
rahatsız etmeye başladı. Uykum kaçtı, huzurum bozuldu, niye yerimden kalktım
diye kendime kızdım durdum.
Dayanamadım bir süre sonra yerimden
kalktım, başka yer bulacaktım kendime, ama başka boş yer yok. Otobüsün en arka
sırasında, uzun boylu bir sarışın genç, yanındaki boş koltuğa da yayılmış,
ayaklarını da öndeki boşluğa uzatmış, mışıl mışıl uyuyordu. Nu rahatsız
etmekten başka çarem yoktu. Yanındaki boşluğa sıkışmaya çalıştım, gözlerini
açtı, kızgın bir vaziyette bana baktı, yapacak ya da söylenecek bir şey yoktu,
çaresiz gözlerini yumup bölünen uykusuna kaldığı yerden devam etti. Ben ise
güzel yerimi bir Fransız’a terk edip Paris’e varıncaya kadar, o arka koltukta
bir o yana bir bu yana sallanarak ve gözüme uyku girmeden Paris’e gidene kadar
bu çileyi çektim.
Otobüs, Paris’in arka sokaklarından tenha
bir yerde durdu, tüm yolcular indi, bir tek ben kaldım. Tek başıma kalmaktan
tedirgin olduğum için, ben de herkes gibi burada inmenin daha iyi olacağını
düşünerek aşağıya indik. Sokakta otobüs yolcularından başka hiç kimse yoktu.
Tüm yolcular aynı istikamete doğru gidiyorlardı. Ben de onları takip etmekten
başka bir çaremin olmadığını düşünüyordum.
Paris, Zafer Takı ve Yürümekten Şişen Ayaklar |
Metro’da bir kanepeye oturup buradan sonra
nasıl hareket etmem gerekiyor diye plan yapmaya başladım. Duvarda asılı duran
Paris haritasında kendime bir rota çizmeye çalıştım ve ona göre hangi istikamete
gitmem ve kaç istasyon gittikten sonra inmem gerektiğini tespit ettim. İlk
gelen metroya binip üç istasyon sonra indim, metrodan çıktığımda tam karşımda
bir büfede Paris kent haritaları satıldığını gördüm. Hemen bir harita alıp
incemeye başladım. Haritada bulunduğum yeri işaretledim, sonra nerelere gitmem
gerektiğini belirledim, ilk hedefim Eyfel Kulesi’ydi.
Türk Bayrağına Bürünmüş Eyfel Kulesi |
Elimde harita geze geze kentin kalabalık
alanlarından bir yere geldim. Çok lüks bir yer değidi, küçük alış-veriş
merkezleri, oteller, dönerci dükkanları, işsiz güçsüz insanların tıklım tıklım
doluştuğu bir Türk kahvesine bile rastladım. Aradığım yeri bulmuştum, zorda
kaldığımda oradaki Türk dönercilerden yardım alıyordum. Konaklama işini çözmem
gerekiyordu, otellere girip resepsiyonlardaki fiyat tarifelerine bakıp bütçeme
uygun bir otel seçip yer ayırttım. Sıra karnımı doyurmaya gelmişti,
Fransızların ünlü baget sandviçleri vitrinden çok güzel görünüyordu. Bir tane
aldım, açlığın da etkisiyle çok lezzetle gelmişti. Aslında annemin yaptığı
haşlanmış yumurtalardan çok farklı değildi. İçinde sadece fazladan salam vardı.
Sıra hedefimdeki Eyfel Kulesi’ne gelmişti,
haritaya bakarak ve yürüyerek geldim. Yaklaştıkça muhteşem görüntüsü karşısında
hayranlığım artıyordu. Dünyanın en çok turist alan bir yeri olması nedeniyle
oldukça kalabalıktı. Bilet alıp, üç aşamalı asansörle epesindeki seyir terasına
çıktım. Bol bol çevrenin fotografını çekiyordum, Bir süre burada oyalandıktan
sonra hedefimdeki diğer önemli yerler olan Zafer Takı, Luvr Müzesi, Şanzelize ve
Sen Nehri turuna çıkmak için yeni planlar yapmaya başladım.
Berlin’deki havaya göre Paris daha sıcaktı,
biraz kalın giyindiğim için, yorgunluk ve güneşin de etkisiyle terlemeye ve
yorulmaya başladım. Bir süre sonra ayaklarım beni taşıyamaz bir hal almıştı.
Sen Nehri’nin kenarındaki parklardan birinin bankına oturarak ayaklarımı
dinlendirmek istedim, ateş gibi yanıyorlardı. Bir yer bulup yıkamak istedim ama
hareket edecek gücüm kalmamıştı. Tam o sırada karşımda bir Hintliyi gördüm, su
satıyordu, fiyatını sordum ve bir şişe istedim, 8 Frank olduğunu söyleyince
küçük dilimi yutacaktım. Paris’in aynı zamanda dünyanın en pahalı kentlerinden
birisi olduğu gerçeğini de öğrenmiş oldum böylece.
Paris’in pahalı olduğunu önceden bilmediğim
için bütçem açık vermeye başlamıştı. Bu açığı gidermek için bir ATM’de para
çekmem gerekiyordu. Fransız mimari sitiliyle yapılmış çok görkemli bir binanın
önünde bir ATM gördüm. Kartımı çıkarıp taktım, yeni bir ekran açıldı, yazılar
Fransızcaydı, benim ortaokul düzeyindeki Fransızcamla bunu anlamam mümkün
değildi. Aklıma pratik bir fikir geldi, Türkiye’de para çekerken hangi sıradaki
tuşlara basıyorsam burada da aynısını yaptım. Sonuç başarılı olmuştu, paramı
alıp yeni yerler görmek için tabana kuvvet yola koyuldum.
Paris’in güzelliği karşısında duyduğum
hayranlık, buraya kadar gelmişken bari Hızlı Manş Treni ile Londra’yı da aradan
çıkarma fikrini yeniden depreştirdi. Tekrar tren istasyonuna gidip fiyatları
yeniden inceledim, eh bütçe sorununu da çözmüştüm nasıl olsa, fakat ayaklarım su
koyuveriyordu. Israrla ben seni taşıyamam diye sızlanıp duruyordu. O da
haklıydı, bir süre oralarda oyalandım ve Londra seyahatini başka sefere
bırakarak o köhne otobüse binip Berlin’e döndüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder