ABDULLAH
NALBANT USTA
İçimde ne
zaman hayata dair belli belirsiz yeni bir şeyler hissetsem, insana dair
duygulardan sevinmek, üzülmek, şaşırmak, korkmak, merak etmek, istemek ya da
vazgeçmek, ümit ya da ümitsizlik gibi duygulardan biri olanca gücüyle ruhumu
kaplasa, aklıma, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin bir şiiri gelir. Her dizesinde,
bir anlam, bana ışık tutacak bir şey bulurum. Aynı şekilde, bu şiirde ifade
edilen “olanlar”
ve “olması gerekenleri”
düşündükçe de, tanıdığım insanların siması gelir gözümün önüne. Hâşâ, Abdullah
Nalbant Usta’yı Mevlana ile kıyaslamak, karşılaştırmak gibi bir niyetim yoktur.
Değerli insanların, büyük âlimlerin önünde, saygıyla eğilmek düşer ancak. Bu
yazıda okuyacaklarınız da methiye değil, hayata bakış açımı değiştiren,
ufkumu genişleten büyüklerime saygı ve sevgimi iletmek amacıyla yazılmış
naçizane satırlardır. Mevlana der ki;
“Sonsuz
bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım. Zamanla ışıkta
yasamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum. Gün geldi sonsuz karanlığa
uğurladım sevdiklerimi… Ağladım.
Yaşamayı
öğrendim.
Doğumun,
hayatin bitmeye başladığı an olduğunu;
Aradaki
bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.”
Elbette ki
sevdiklerimizi kaybettiğimizde üzülürüz, ama üzülmekten çok, o insanı görmüş,
tanımış, sevmiş olduğumuz için şükretmek, mutlu olmak yerine, isyan edip
gözyaşlarına sığınmanın, kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülüklerden biri,
hatta kendi kendimize yaptığımız hırsızlık olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, ben
de kaybettiklerim için isyan edip ağlamak yerine, onları tanıdığım için büyük
bir mutluluk duyuyorum.
Dünyadaki
her insanın bir öyküsü, mutlaka vardır. Hiçbir canlı sebepsiz yaratılmadığı
gibi, hayatımıza giren, her insanın bize kattığı bir şey vardır. Şahsen
tanımamış olsam da, okuduğum bir kitap sayesinde, “insanlık” vasfının, pek çok
nitelik ve sıfat içermesine rağmen, yalnızca “insan olabilmenin hakkını
verenlere” nasip olduğunu
öğrendim.
“Zamanı
öğrendim. Yarıştım onunla”¦ Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını,
zamanla öğrendim”
Yaşamak
elbette ki sonlu eylemdir, ancak öğrenmek ve öğretmenin sonu var mı? Başka
insanların zihninde iz bırakanlar, zamana karşı yenilmeden, öğretmeye devam
ederler. Henüz fiilen Ahlat’a hiç gidememiş, memleketimin güzelliklerinden
birini görmemiş olsam da, zihnen uzun bir seyahatten dönmüş gibiyim. Bir söz
vardır; “çok gezen mi, yoksa çok okuyan mı bilir” diye.
Bulunduğu
muhitte bile, her gün geçtiği yollardaki güzellikleri göremeyen bir insan,
isterse dünyayı dolaşsın, o körlüğü ve cahilliği, onu gölgesi gibi takip eder.
Dökülmüş bir gül yaprağı bile, harflere hiç ihtiyaç duymadan yüzlerce satırlık
bir şiir gibi okunabilir mi? Okumak, sadece yan yana gelmiş harfleri
anlamlandırıp seslendirmek midir? Evrendeki canlı ve cansız her şeyde, “tek bir
varlığı” görebilmemiz için bize
sunulanların değerini bilenin, dünyadaki en bilge insan olduğuna inanıyorum.
Kalbimizdeki
bahçeye ne kadar çok sevgi tohumu ekersek, kötülüklere o kadar az yer kalır.
Ama her ikisi de var, iyiliğin değerini anlayabilmek için, kötülüklerden ders
çıkarma becerisi ise, illa ki fakültelerde değil, daha çok hayat okulunda
öğreniliyor. İşte bu yüzden;
“İnsanı
öğrendim. Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu”¦
Sonra da
her insanin içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.”
Mevlana
gibi büyük bir âlimle, asırlar boyu nice gönüller fethetmiş böylesine büyük bir
zatla kendimi kıyaslamak kadar manasız bir şey göremiyorum. Ben ki şu dünyada
değil, koca evrende parçacığın da parçacığıyım, hatta bir “hiç” im ki, hiçliğimden de
memnunum. Yeter ki gurur ve kibir zehrini yutmuş olmaktansa, “hiç” liği tercih ederim ama;
“AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN EFSANE İSMİ ABDULLAH NALBANT USTA”dan da öğrendiklerimi,
paylaşmak, Abdullah Nalbant Usta’ya teşekkür etmek istedim; cür’etimi bağışlayınız.
Çünkü;
“Sevmeyi
öğrendim. Sonra güvenmeyi”¦. Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.”
Bu kitabın
her satırında, iyiliğin, dürüstlüğün, yardımseverliğin, sevilmenin, saygı duyulmanın
en büyük zenginlik olduğunu öğrendim. Nasıl ki saçımız, göz rengimiz, ten
rengimiz bedenimizin görsel varoluşu ise, mizacımızın da ruhumuzun vesikası
olduğu kanısındayım. Hırs yerine azmin insanları başarıdan başarıya
götürdüğünü, Abdullah Nalbant Usta’nın özgeçmişini okurken öğrendim.
Kitabın
birinci bölümünde, Abdullah Nalbant Usta’nın askerliğiyle ilgili satırları
okurken, bir asker torunu olarak, bir Türk evladı olarak, kendisine saygı
duydum. Günümüzde askerlikle ilgili pek çok tartışmalar var. Ben; siyasi bir
söylem yapacak değilim; ama Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına
sahip çıkan, bu yolda da fedakârlıklardan sakınmayacak olan bir Türk Genciyim.
Askeri eğitim almadım, ülkemizde kadınlar için askerlik de mecburi değil. Ama
bu Vatan için askere çağrılacak olsam, bir saniye bile düşünmeden askere
giderim. Abdullah Nalbant Usta’nın hem 1937’de hem de 1942’de iki defa askere
gitmesi, üstelik o zamanki koşulların daha zor olması; buna rağmen vatan
sevgisinin insana ne kadar güç kuvvet verdiğini gösterdi.
Ne zaman
ki Çanakkale’yi düşünsem, önce boğazımda bir düğüm, sonra da omuzlarımda bir
kuvvet”¦ Tıpkı üzerimde tüm bedenimi kaplayan, görünmez; kuvvetli bir çelik
zırh varmış gibi, korkusuz ve güçlü Türk askeri”¦ Ve
“İnsan
tenini öğrendim. Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu”¦ Sonra da ruhun
aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.”
Yaşadıklarımız
mı bizi şekillendirir, yoksa biz mi mantığımızla yaşadıklarımıza yön veririz?
Abdullah Nalbant Usta’nın, yaşadıklarının etkisiyle; kendine, çevresine, Ahlat
ahalisine karşı bir sorumluluk yüklenmiş olması, hayata karşı ne kadar kuvvetli
bir tavır sergilediğinin gösteriyor. Kendisini şahsen tanımadım elbette ki,
bilip bilmeden yorum yapmak saygısızlığını ise kendime yakıştıramam. Ancak bir
insan, yaşadıklarından bir anlam çıkarıp, hem kendisini, hem de çevresini
aydınlatması, pek çok kişinin derdine deva olması, üstelik hiçbir ücret de
talep etmemesi, saygı duyulacak bir davranıştır. Eğitim, sağlık, milli ve
manevi değerlerin yaşatılmasını da göz ardı edemeyiz.
“Evreni
öğrendim. Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim. Sonunda evreni
aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.”
Pek çok
meslekten, nitelikli insanlara saygı duyuyorum. Türk Ordusuna, Türk doktorlarına
ve öğretmenlere saygıda kusur etmekten imtina ederim. Ben de; daha yolun
başında bir öğretmen olarak, gelecek nesilden ümitliyim. “Ben oldum” dediğimiz anda
“bittiğimizi”, hiçbir şey
bilmediğimiz halde “biliyormuş gibi” davrandığımızda öğrenme imkânlarımızı elimizin tersiyle
ittiğimizi düşünecek olursak, her yeni güne başladığımda ve her gün batımında,
etrafıma baktığımda ve gerçekleri görebildiğim her an, öğrenmeye devam
ediyorum.
“Okumayı
öğrendim.
Kendime
yazıyı öğrettim sonra”¦
Ve bir
sure sonra yazı, kendimi öğretti bana”¦”
Öğrenmek
demek, kendini tanımak demektir. Kendi değerlerimin, kapasitemin, dünyaya geliş
amacımın farkında değilsem, kendime ve çevreme faydalı olamıyorsam, “profesör” etiketine de sahip
olsam, gerçekte düpedüz bir cahil olduğumu kabul etmek mecburiyetindeyimdir.
Ama
biliyorum ki, evrende öğrenecek çok şey var. Beni ben yapan, yaşadıklarım,
gördüklerim ve öğrendiklerim; hatta paylaşabildiklerimdir.
“Ekmeği
öğrendim. Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini… Sonra da
ekmeği hakça bölüşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.”
Sahip
olduğum şeyleri paylaşabildiğim ölçüde insanım; bilgi ise benden çıkıp genç
zihinlerde kendine yer bulduğunda anlam kazanır.
“Düşünmeyi
öğrendim. Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim”¦ Sonra sağlıklı düşünmenin
kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.”
Malvarlığıyla
övünen insanlar tanıdım, kimseye kötüdür diyemem, belli ki kendileri için değer
ölçütü malvarlıkları. Ama insanın en çok sahip olmak istediği şeyler,
kaybetmekten en çok üzüntü duyacağı şeydir. Aya baktıktan sonra evladının
yüzünden başka bir şey görmeyen göz, geleceğe değer vermiş; eğer yanılmıyorsam,
paradan, puldan, unvandan çok daha fazla anlam yüklemiş. Bir insanı, en çok
yaşatacak olan şey, fikirleri ve yaptıklarıdır.
İlaçlar ve
doktorlar, yarlarımıza merhem olur, derdimize deva bulur. Bedenen hayat
kurtarmak ne kadar değerliyse, fikirlerle, eserlerle, öngörülerle insanların
ruhlarının, zihinlerinin karanlıktan kurtulmasına yardım etmek, o derece
değerlidir. Gençken insan bazı şeyleri fark etmez, tecrübesizdir, bazen
düşünmeden hareket eder. Sonra belirli kalıplar öğreniriz. Ama gün gelir, o
kalıplar bu güne uymaz, ya da biz o kalıpları güncel fikirlere dönüştürmeyi
bilemeyiz. Ne zaman ki hem geçmişe, hem de bugüne ait fikirleri birleştirir,
mantık çerçevesi içinde bir senteze ulaşırsak, geleceği hedeflemiş oluruz.
Geleceğin anahtarıysa kalıplaşmış fikirlerden kurtulmaktır. Kalıplaşmış
fikirlerden kurtulmak içinse, eğitimden destek almak zorundayız. Eğitim
deyince, kitaplardan vazgeçebilir miyiz?
Benim
için, ekmek, su kadar gerekli bir ihtiyaç, giyecek tüketimimden daha fazla yer
kaplıyor hayatımda. Bir de eğitim kurumları için düşünelim. Bitlis Eren
Üniversitesi’ne gönderilen kitaplarla, Abdullah Nalbant Usta’nın adının
yaşatılması, bu kitabı okurken beni en çok etkileyen bölümlerden biri olmuştur.
Mevlana’nın
bütün dizelerini yazmadım, tamamını da yazımın içine yerleştirmek, haddimi
aşar. Ancak son olarak şu dizelerden esinlenerek yazıma son veriyorum:
“Her
canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece
bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.”
Bu dünyada
bencilce, sadece kendisi için yaşayanların, hayatı tadamadan veda edeceklerini
düşünüyorum. Benim daha hayattan öğreneceğim çok şey var”¦ Yaşarken de hem
kendime, hem de çevremdeki insanlara yardım ederek hayatı tatmayı, benden
sonraki nesle maddi olmasa bile, bir şeyler bırakabilmeyi ümid ediyorum. Tıpkı
Abdullah Nalbant Usta’nın yaşam öyküsünün bende iz bıraktığı gibi”¦
Kendisini
şahsen tanımamış olsam da, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Yayınları’ndan
çıkan Sayın İlhami Nalbantoğlu’nun kaleme aldığı “AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN
EFSANE İSMİ ABDULLAH NALBANT USTA” adlı kitap sayesinde yazılarla tanımış olduğum için
mutluluk duyuyorum.