29 Temmuz 2017 Cumartesi

ABDULLAH NALBANT USTA Esma Tuğçe TÖZMAN

ABDULLAH NALBANT USTA
                        Esma Tuğçe TÖZMAN
İçimde ne zaman hayata dair belli belirsiz yeni bir şeyler hissetsem, insana dair duygulardan sevinmek, üzülmek, şaşırmak, korkmak, merak etmek, istemek ya da vazgeçmek, ümit ya da ümitsizlik gibi duygulardan biri olanca gücüyle ruhumu kaplasa, aklıma, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin bir şiiri gelir. Her dizesinde, bir anlam, bana ışık tutacak bir şey bulurum. Aynı şekilde, bu şiirde ifade edilen   “olanlar” ve “olması gerekenleri” düşündükçe de, tanıdığım insanların siması gelir gözümün önüne. Hâşâ, Abdullah Nalbant Usta’yı Mevlana ile kıyaslamak, karşılaştırmak gibi bir niyetim yoktur. Değerli insanların, büyük âlimlerin önünde, saygıyla eğilmek düşer ancak. Bu yazıda okuyacaklarınız da methiye değil,   hayata bakış açımı değiştiren, ufkumu genişleten büyüklerime saygı ve sevgimi iletmek amacıyla yazılmış naçizane satırlardır. Mevlana der ki;
“Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım. Zamanla ışıkta yasamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum. Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi… Ağladım.
Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatin bitmeye başladığı an olduğunu;
Aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.”
Elbette ki sevdiklerimizi kaybettiğimizde üzülürüz, ama üzülmekten çok, o insanı görmüş, tanımış, sevmiş olduğumuz için şükretmek, mutlu olmak yerine, isyan edip gözyaşlarına sığınmanın, kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülüklerden biri, hatta kendi kendimize yaptığımız hırsızlık olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden, ben de kaybettiklerim için isyan edip ağlamak yerine, onları tanıdığım için büyük bir mutluluk duyuyorum.
Dünyadaki her insanın bir öyküsü, mutlaka vardır. Hiçbir canlı sebepsiz yaratılmadığı gibi, hayatımıza giren, her insanın bize kattığı bir şey vardır. Şahsen tanımamış olsam da, okuduğum bir kitap sayesinde, “insanlık” vasfının, pek çok nitelik ve sıfat içermesine rağmen, yalnızca “insan olabilmenin hakkını verenlere” nasip olduğunu öğrendim.
“Zamanı öğrendim. Yarıştım onunla”¦ Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim”
Yaşamak elbette ki sonlu eylemdir, ancak öğrenmek ve öğretmenin sonu var mı? Başka insanların zihninde iz bırakanlar, zamana karşı yenilmeden, öğretmeye devam ederler. Henüz fiilen Ahlat’a hiç gidememiş, memleketimin güzelliklerinden birini görmemiş olsam da, zihnen uzun bir seyahatten dönmüş gibiyim. Bir söz vardır; “çok gezen mi, yoksa çok okuyan mı bilir” diye.
Bulunduğu muhitte bile, her gün geçtiği yollardaki güzellikleri göremeyen bir insan, isterse dünyayı dolaşsın, o körlüğü ve cahilliği, onu gölgesi gibi takip eder. Dökülmüş bir gül yaprağı bile, harflere hiç ihtiyaç duymadan yüzlerce satırlık bir şiir gibi okunabilir mi? Okumak, sadece yan yana gelmiş harfleri anlamlandırıp seslendirmek midir? Evrendeki canlı ve cansız her şeyde, “tek bir varlığı” görebilmemiz için bize sunulanların değerini bilenin, dünyadaki en bilge insan olduğuna inanıyorum.
Kalbimizdeki bahçeye ne kadar çok sevgi tohumu ekersek, kötülüklere o kadar az yer kalır. Ama her ikisi de var, iyiliğin değerini anlayabilmek için, kötülüklerden ders çıkarma becerisi ise, illa ki fakültelerde değil, daha çok hayat okulunda öğreniliyor. İşte bu yüzden;
“İnsanı öğrendim. Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu”¦
Sonra da her insanin içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.”
Mevlana gibi büyük bir âlimle, asırlar boyu nice gönüller fethetmiş böylesine büyük bir zatla kendimi kıyaslamak kadar manasız bir şey göremiyorum. Ben ki şu dünyada değil, koca evrende parçacığın da parçacığıyım, hatta bir “hi甝 im ki, hiçliğimden de memnunum. Yeter ki gurur ve kibir zehrini yutmuş olmaktansa, “hi甝 liği tercih ederim ama;   “AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN EFSANE İSMİ ABDULLAH NALBANT USTA”dan da öğrendiklerimi, paylaşmak, Abdullah Nalbant Usta’ya teşekkür etmek istedim; cür’etimi bağışlayınız. Çünkü;
“Sevmeyi öğrendim. Sonra güvenmeyi”¦. Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.”
Bu kitabın her satırında, iyiliğin, dürüstlüğün, yardımseverliğin, sevilmenin, saygı duyulmanın en büyük zenginlik olduğunu öğrendim. Nasıl ki saçımız, göz rengimiz, ten rengimiz bedenimizin görsel varoluşu ise, mizacımızın da ruhumuzun vesikası olduğu kanısındayım. Hırs yerine azmin insanları başarıdan başarıya götürdüğünü, Abdullah Nalbant Usta’nın özgeçmişini okurken öğrendim.
Kitabın birinci bölümünde, Abdullah Nalbant Usta’nın askerliğiyle ilgili satırları okurken, bir asker torunu olarak, bir Türk evladı olarak, kendisine saygı duydum. Günümüzde askerlikle ilgili pek çok tartışmalar var. Ben; siyasi bir söylem yapacak değilim; ama Mustafa Kemal Atatürk’ün ilke ve inkılâplarına sahip çıkan, bu yolda da fedakârlıklardan sakınmayacak olan bir Türk Genciyim. Askeri eğitim almadım, ülkemizde kadınlar için askerlik de mecburi değil. Ama bu Vatan için askere çağrılacak olsam, bir saniye bile düşünmeden askere giderim. Abdullah Nalbant Usta’nın hem 1937’de hem de 1942’de iki defa askere gitmesi, üstelik o zamanki koşulların daha zor olması; buna rağmen vatan sevgisinin insana ne kadar güç kuvvet verdiğini gösterdi.
Ne zaman ki Çanakkale’yi düşünsem, önce boğazımda bir düğüm, sonra da omuzlarımda bir kuvvet”¦ Tıpkı üzerimde tüm bedenimi kaplayan, görünmez; kuvvetli bir çelik zırh varmış gibi, korkusuz ve güçlü Türk askeri”¦ Ve
“İnsan tenini öğrendim. Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu”¦ Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.”
Yaşadıklarımız mı bizi şekillendirir, yoksa biz mi mantığımızla yaşadıklarımıza yön veririz? Abdullah Nalbant Usta’nın, yaşadıklarının etkisiyle; kendine, çevresine, Ahlat ahalisine karşı bir sorumluluk yüklenmiş olması, hayata karşı ne kadar kuvvetli bir tavır sergilediğinin gösteriyor. Kendisini şahsen tanımadım elbette ki, bilip bilmeden yorum yapmak saygısızlığını ise kendime yakıştıramam. Ancak bir insan, yaşadıklarından bir anlam çıkarıp, hem kendisini, hem de çevresini aydınlatması, pek çok kişinin derdine deva olması, üstelik hiçbir ücret de talep etmemesi, saygı duyulacak bir davranıştır. Eğitim, sağlık, milli ve manevi değerlerin yaşatılmasını da göz ardı edemeyiz.
“Evreni öğrendim. Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim. Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.”
Pek çok meslekten, nitelikli insanlara saygı duyuyorum. Türk Ordusuna, Türk doktorlarına ve öğretmenlere saygıda kusur etmekten imtina ederim. Ben de; daha yolun başında bir öğretmen olarak, gelecek nesilden ümitliyim. “Ben oldum” dediğimiz anda “bittiğimizi”, hiçbir şey bilmediğimiz halde “biliyormuş gibi” davrandığımızda öğrenme imkânlarımızı elimizin tersiyle ittiğimizi düşünecek olursak, her yeni güne başladığımda ve her gün batımında, etrafıma baktığımda ve gerçekleri görebildiğim her an, öğrenmeye devam ediyorum.
“Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra”¦
Ve bir sure sonra yazı, kendimi öğretti bana”¦”
Öğrenmek demek, kendini tanımak demektir. Kendi değerlerimin, kapasitemin, dünyaya geliş amacımın farkında değilsem, kendime ve çevreme faydalı olamıyorsam, “profesör” etiketine de sahip olsam, gerçekte düpedüz bir cahil olduğumu kabul etmek mecburiyetindeyimdir.
Ama biliyorum ki, evrende öğrenecek çok şey var. Beni ben yapan, yaşadıklarım, gördüklerim ve öğrendiklerim; hatta paylaşabildiklerimdir.
“Ekmeği öğrendim. Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini… Sonra da ekmeği hakça bölüşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.”
Sahip olduğum şeyleri paylaşabildiğim ölçüde insanım; bilgi ise benden çıkıp genç zihinlerde kendine yer bulduğunda anlam kazanır.
“Düşünmeyi öğrendim. Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim”¦ Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.”
Malvarlığıyla övünen insanlar tanıdım, kimseye kötüdür diyemem, belli ki kendileri için değer ölçütü malvarlıkları. Ama insanın en çok sahip olmak istediği şeyler, kaybetmekten en çok üzüntü duyacağı şeydir. Aya baktıktan sonra evladının yüzünden başka bir şey görmeyen göz, geleceğe değer vermiş; eğer yanılmıyorsam, paradan, puldan, unvandan çok daha fazla anlam yüklemiş. Bir insanı, en çok yaşatacak olan şey, fikirleri ve yaptıklarıdır.
İlaçlar ve doktorlar, yarlarımıza merhem olur, derdimize deva bulur. Bedenen hayat kurtarmak ne kadar değerliyse, fikirlerle, eserlerle, öngörülerle insanların ruhlarının, zihinlerinin karanlıktan kurtulmasına yardım etmek, o derece değerlidir. Gençken insan bazı şeyleri fark etmez, tecrübesizdir, bazen düşünmeden hareket eder. Sonra belirli kalıplar öğreniriz. Ama gün gelir, o kalıplar bu güne uymaz, ya da biz o kalıpları güncel fikirlere dönüştürmeyi bilemeyiz. Ne zaman ki hem geçmişe, hem de bugüne ait fikirleri birleştirir, mantık çerçevesi içinde bir senteze ulaşırsak, geleceği hedeflemiş oluruz. Geleceğin anahtarıysa kalıplaşmış fikirlerden kurtulmaktır. Kalıplaşmış fikirlerden kurtulmak içinse, eğitimden destek almak zorundayız. Eğitim deyince, kitaplardan vazgeçebilir miyiz?
Benim için, ekmek, su kadar gerekli bir ihtiyaç, giyecek tüketimimden daha fazla yer kaplıyor hayatımda. Bir de eğitim kurumları için düşünelim. Bitlis Eren Üniversitesi’ne gönderilen kitaplarla, Abdullah Nalbant Usta’nın adının yaşatılması, bu kitabı okurken beni en çok etkileyen bölümlerden biri olmuştur.
Mevlana’nın bütün dizelerini yazmadım, tamamını da yazımın içine yerleştirmek, haddimi aşar. Ancak son olarak şu dizelerden esinlenerek yazıma son veriyorum:
“Her canlının ölümü tadacağını,
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.”
Bu dünyada bencilce, sadece kendisi için yaşayanların, hayatı tadamadan veda edeceklerini düşünüyorum. Benim daha hayattan öğreneceğim çok şey var”¦ Yaşarken de hem kendime, hem de çevremdeki insanlara yardım ederek hayatı tatmayı, benden sonraki nesle maddi olmasa bile, bir şeyler bırakabilmeyi ümid ediyorum. Tıpkı Abdullah Nalbant Usta’nın yaşam öyküsünün bende iz bıraktığı gibi”¦
Kendisini şahsen tanımamış olsam da, Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı Yayınları’ndan çıkan Sayın İlhami Nalbantoğlu’nun kaleme aldığı “AHLAT HALK HEKİMLİĞİNİN EFSANE İSMİ ABDULLAH NALBANT USTA” adlı kitap sayesinde yazılarla tanımış olduğum için mutluluk duyuyorum.

"OTOBÜSTEKİ ŞAMPİYON", Türk Güreş Sporu’nda Greko-Roman Stilinde Dünya ölçeğinde zaferler kazandığını, adını altın harflerle Türk Spor Tarihi’ne yazdırmış olan, EFSANE ŞAMPİYON "TEVFİK KIŞ"

OTOBÜSTEKİ ŞAMPİYON
Tevfik Kış
Ankara’nın kimi semtlerinde akşamları yoğun bir kalabalık yaşanır. Günün yorgunluğunun etkisiyle insanlar bir an evvel evlerine gitmek, yorgunluklarını atabilmek için hemen hemen aynı saatlerde kendilerini sokağa atar, dolmuş ve otobüslere binebilmek için kalabalıklar oluştururlar.
Ben de hemen hemen her gün ofisimde çalışıp iyice yorulduktan sonra bir an evvel eve gitmek, yorgunluğumu atabilmek için otobüs durağının yolunu tutanlardanım. Kimi zaman durağa gittiğimde onu durakta beklerken görür, kimi zaman otobüse bindikten sonra onu bir koltukta otururken bulurdum.
O’nun bir şampiyon olduğunu ve Türkiye’yi bir dönem tüm Dünyaya tanıttığını, spor yaşamına nokta koyduktan sonra, bu alandaki diğer ünlüler gibi kendisine Ankara’nın en merkezi yerlerinden birinde bir kebapçı dükkanı açarak geçimini bu yolla sağladığını ve adının Tevfik Kış olduğunu, Türk Güreş Sporu’nda Greko-Roman Stilinde Dünya ölçeğinde zaferler kazandığını, adını altın harflerle Türk Spor Tarihi’ne yazdırmış olduğunu biliyordum sadece.
Zaman zaman Kızılay Karanfil Sokaktaki işyerinin önünden geçerken O’nu kimi zaman kasada müşterilerin hesaplarını alırken, kimi zaman da masalardan birinde oturup çalıştırdığı işyerinin kaliteli bir hizmet sunabilmesi için titizlikle her olanı biteni kontrol ettiğini görürdüm.
Her seferinde onun duruşunda, tavrında, davranışlarında bir asaletin, bir ciddiyetin, iş ahlakının, disiplinin varlığını gözler, içten içe bir saygı duyardım. Ne var ki o güne kadar ne onun işyerine adımımı atmış, ne de onunla bir merhaba diyebilme fırsatını yakalayabilmiştim.
O gün gene yoğun bir çalışmanın ardından bir an evvel eve gidip dinlenmek üzere ofisten çıkıp otobüs durağına doğru yürümeye başladım. Durağa yaklaştığımda, Büyük Şampiyonu durakta beklerken gördüm. Bu kez artık konuşmalıyım diye düşünerek usulca yanına yaklaştım.
“Merhaba Şampiyon” dediğimde hiç beklemediği bir hitap şekliyle karşılaştığını ve bakışlarından ve gözlerinin içini kaplayan ışıltıdan anlamak zor değildi. Bu beni cesaretlendirmişti, artık onunla rahatlıkla konuşabileceğim kanısına varmıştım. Bu fırsatı en iyi bir biçimde değerlendirmeliydim.
“Şampiyon, zaman zaman sizinle bu durakta, bazen de otobüsün içinde karşılaşıyoruz, her seferinde konuşmaya çalışıyorum ama bir türlü uygun bir ortamı yakalayamıyorum, bugün denk geldi, bir hatırınızı sorayım istedim.” deyince gözlerindeki ışıltıyla beraber yüzünü de ciddi bir gülümseme ve temkinli bir duruş kapladı.
“Buyur Şampiyon”
Teşekkür etti, daha sözünü bitiremeden Oran otobüsü tam önümüzde zınk diye durdu ve kapılarını açtı. O’na yol verdim, “Buyur Şampiyon” dedim otobüse bindi, kartını bastı boş bulunan iki kişilik koltuklardan birine yöneldi. Ben de arkasından kartımı basıp oturduğu koltuğu kimseye kaptırmamak için telaşla yanına oturdum. Derin bir nefes aldım, artık Şampiyonla ineceğimiz durağa varıncaya dek uzun soluklu bir sohbet yapabilecektik.
Oturduğumuz koltuğun yönü otobüsün arkasına doğruydu, bu yüzden yolcuların büyük bir çoğunluğu bizim konuştuklarımızı ya da konuşacaklarımızı merakla dinler pozisyonuna geçmişlerdi. Buna meydan vermemek adına ses tonumu en alçak frekansta tutarak heyecanlı bir giriş konuşması yapmaya başladım. Sözlerimin Şampiyonun ruhunu okşadığını beni dinlerken gösterdiği iyi bir dinleyici olduğu tavrından anlaşılıyordu. İlk sorumu sorma cesaretini almıştım ve sordum.
-Sayın Şampiyon sizi Karanfil Sokaktaki işyerinizin önünden geçerken görürdüm. Uzun bir süredir orasının kapandığını başka bir işyerinin açıldığını görüyorum, siz devrettiniz mi orayı?
“Hayır biz devretmedik, Ankara’da gıda üzerine hizmet veren bir işletme orayı satın aldı. Biz de çıkmak durumunda kaldık.”
Siz artık o işi yapmayı bıraktınız mı?
“Hayır orayı kapattıktan sonra Menekşe Sokakta küçük bir açtık orayı işletiyoruz.”
-Uzun yıllar oldu Güreş Sporunu bıraktınız, genç kuşaktan sizi tanımayanlar olabilir. Sizin başarılı spor yaşamınızdan kısa söz etmemize izin verir misiniz?
“Elbette buyurun”
Efendim, şöyle genel olarak sizin dönemizle günümüz güreş sporu arasında bir değerlendirme yapabilir misiniz?
“Bizim dönemimizde şartlar çok ağırdı, o ağır şartlara rağmen Dünya genelinde büyük başarılara imza attık. Şimdi de çok değerli sporcu kardeşlerimiz var. Ancak o dönemlerde güreş başka ülkeler tarafından pek fazla bilinmiyordu. Şimdi hemen hemen her ülke güreşe ilgi göstermeye başladı. Dünyadaki rakiplerimizin sayısı arttı.”
-Peki Efendim, son dönemlerde dünya çapında başarılı olan sporculara Devletimizin evler altınlar verdiği bunun da büyük bir teşvik unsuru olduğunu görüyoruz. Sizin zamanınızda böyle bir uygulama var mıydı?
“Yoktu tabi, o dönemlerde Devletimizin imkanları da günümüzdeki kadar değildi, o yüzden böyle büyük ödüller alamadık.
Tevfik Kış Bir Seramonide
Japonya’ya, Amerika’ya gittiğimiz zaman Memleketimiz ile gelişmiş ülkelerin arasındaki gelişmişlik farkını görüyor şaşırıyorduk. Tokyo ve NewYork kentlerini gördüğümüzde şaşkına dönmüştük. Türkiye günümüzde o dönemleri çok gerilerde bırakmış ve gelişmiş bir ülke olarak göğsümüzü kabartıyor. Böyle olunca biz de geçmişte bize verilemeyen bu başarı ödüllerinin bizlere de verilmesi için bazı başvurularımız oldu, bunların sonucunu bekliyoruz.
-Öyle mi, çok sevindim, inşallah siz de bu hakkı kazanırsınız.
“Teşekkür ederim.”
-Peki Efendim, ticari faaliyetleriniz dışında başka bir meşguliyetiniz var mı?
“Ben Olimpiyat Komitesi Üyesiyim. Periyodik toplantılarımız olur, tecrübe ve deneyimlerimle destek vermeye çalışıyorum.”
-Çok özür dilerim Efendim, sizin memleketinizin neresi olduğunu unuttum, bağışlayınız.
“Ben, 10 Ağustos 1934 Yılında Çorum’un Kargı İlçesine bağlı Pelitçik Köyünde doğdum. Gürbüz bir genç olduğum için Köyde gençler arasında güreş yapardık kazanırdım. Bu durum ilgililerin dikkatini çekmiş, gelen teklifler ve ailemin de isteğiyle 22 yaşımdayken ciddi olarak güreş sporuna başlamaya karar verdim. Sıkı bir disiplin ve çalışma sonucunda 3 yıl sonra peş peşe başarılara imza attım. Peki siz nerelisiniz?
-Ben Bitlisliyim Efendim, Tarihi Ahlat Kentinden.
“Ahlatı biliyorum, Türk Tarihi açısından önemli bir yere sahip. Ahlatlı bir tanıdığım vardı. Allah rahmet etsin genç yaşta aramızdan ayrıldı. Adı İlhami Baba, Tarım Bakanlığı Müsteşarı Mustafa Keten’in Özel Kalem Müdürü idi.”
-Efendim her ikisini de çok iyi tanıyorum. Yalnız İlhami Baba Adilcevazlıydı, Allah rahmet etsin, memleketine yararlı birisiydi. Efendim sizin sportif başarılarınızdan da biraz söz edebilir miyiz?
“Ben, 1956 Yılında Güreş sporuna başladıktan sonra 3 yıl kadar kendimi geliştirdim.
İlk olarak 1959 Yılında İstanbul’da yapılan Türkiye Greko-Romen Stilde 87 kiloda Balkan İkincisi oldum. Bu başarı beni tetikledi, daha fazla ilgi ve çaba göstermeye başladım. Daha sonra başarı ve galibiyetler gelmeye başladı.
1959 Yılında Lübnan’ın Beyrut kentinde Greko-Romen Stil 87 kiloda Akdeniz Oyunları Birincisi,
1960 Yılında Roma Olimpiyatlarında Greko-Romen Stilde 87 kiloda Birinci,
1961 Yılında Japonya’nın Yokohama kentinde Greko-Romen Stil 87 kiloda Dünya Dördüncüsü,
1962 Yılında Amerika Birleşik Devletlerinin Toledo Kentinde Greko-Romen Stilde 87 kiloda   Dünya Birincisi
1963 Yılında Finlandiya’nın Helsinki Kentinde Greko-Romen Stil 87 kiloda Dünya Birincisi,
1965 Yılında Finlandiya’nın Tampera Kentinde Greko-Romen Stilde 87 kiloda Dünya Dördüncüsü,
1966 Yılında Amerika Birleşik Devletlerinin Toledo Kentinde Greko-Romen Stilde 87 kiloda Dünya İkincisi,
1966 Yılında Federal Almanya’nın Essen Kentinde Greko-Romen Stilde 87 kiloda Avrupa Birincisi,
1967 Yılında Sovyetler Birliği’nin Minks Kentinde Greko-Romen Stilde 87 kiloda Avrupa Beşinciliğini kazanarak Ülkemin adını tüm Dünyaya duyurma şerefine nail oldum. 1968 Yılında güreşi bıraktım. Ardından Milli Takımda Antrenörlük, Güreş Federasyonunda çeşitli görevler aldım. Türk Güreş Vakfı’nın kurucu Üyeliğini yapmaktayım.”
Efendim, sizi yürekten kutlarım, demek oluyor ki siz 1959 Yılından 1967 Yılına kadar tam tamına aralıksız 8 yıl üst üste Ülkemizin adını tüm dünyaya duyurduğunuz gibi, Şanlı Türk Bayrağımızı Dünyanın her yerinde dalgalandırmak suretiyle Türkiye’nin reklamını yapmış gerçek bir kahramansınız.
“Sadece Vatanıma olan borcumu ödemeye çalıştığımı düşünüyorum.”
-Efendim, bir Kahraman karşısında olduğum ve onun başarılarını, ıslak gözlerim, kabaran göğsümle kendi ağzından dinlemek beni gerçekten çok onurlandırdı.

Dünyanın tanıdığı bu mütevazı Kahraman ineceği durağa gelmeden iznini isteyip ayrıldım.

AHLAT GAZETESİ’NİN 200. SAYISI

AHLAT GAZETESİ 24. YILINDA 200. SAYIYA ULAŞTI…
Ahlat Gazetesi, bundan tam 24 yıl önce 1 Ağustos 1993 tarihinde okuyucusuyla buluştu. İlk çıktığında “Üç Aylık” olarak planlanmıştı. 24×33 boyutlarında çıkan Ahlat Gazetesi 4 sayfadan oluşuyordu.
İlk sayının manşetinde Ahlat Kültür Vakfı’nın kuruluş haberi yer almıştı. Bu sayıda Vakfın Kuruluş Senedi de yayınlanmıştı.
Ahlat Gazetesi aradan geçen bu 24 yıllık süre içinde sayfa sayısını önce 8’e, sonra 16’ya, ardından 20’ye çıkardı. Şu anda elinizdeki sayı 32 sayfadan oluşmaktadır.
Ahlat Gazetesi, başta Ahlat ve Bitlis olmak üzere bölgemizin pek çok alanda sahip olduğu tarihi hazineyi, kültürel zenginliği, muhteşem doğal güzellikleri yurt kapsamında ve uluslararası platformda tanıtımını yapmak, dikkat ve ilgiyi buraya çekmek adına farkındalık yaratmak için bir misyonu üstlenmiş, 24 yıllık bu süre içinde önemli bir aşama kaydetmiştir. Öte yandan insanımızın sorunlarını gündeme taşıyarak çözüm getirmiştir.
Ahlat Gazetesi, bu misyonunu bundan sonra da sürdürerek Ahlat’ın ve Bölgemizin hak ettiği ve uzun bir süredir mücadele ettiği Dünya Kültür Mirası Listesine girmek için çaba gösterecektir.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

"AHLAT GAZETESİ" YIL: 24, SAYI: 201, AĞUSTOS-2017, AYLIK GAZETE "AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI YAYIN ORGANIDIR

AKSAV 21 YAŞINDA
AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI 1996 YILINDA ANKARA’DA KURULDU…
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı’nın Kuruluş Kararı 27.03.1996 tarihli ve 22593 sayılı Resmi Gazete’de yayımlandı. AKSAV kısa adı ile anılan Vakıf, kuruluşunu takiben  17 adet kitap yayımlayarak bir ilk’e imza attı. Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı, yurt içinde 16, yurtdışında 2 sergi açarak, kuruluş amacına yönelik olarak  Ahlat, Bitlis ve yörenin tanı amacıyla 18 sergi  açarak büyük bir hizmeti yerine getirdi.
Yüzüncü sayısını yüz sayfa,  iki yüzüncü sayısını otuz sayfa olarak iki  “özel sayı”nın yanı sıra, 201 inci sayısını yayımlayarak bir başka ilk’e imzasını attı. Gerçekleştirdiği kültürel etkinliklerle, katılım sağladığı sempozyumlar, seminerler, akademik toplantılar, konferanslar ile Yöresinde başka hiçbir Sivil Toplum Kuruluşuna nasip olmayan bir başarıyı tek başına gerçekleştirdi.
Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı, Almanya’nın Berlin  Kentinde ve İran’ın Tebriz Kentinde gerçekleştirmiş olduğu sanatsal etkinliklerle Ahlat ve Bitlis adını uluslararası platformlara taşıyarak üstlenmiş olduğu misyonu başarı ile yerine getirmiştir. Ahlat Kültür Sanat ve Çevre Vakfı, bundan böyle "Web Haber Portalı" ile de sizlerle olacak, daha hızlı, daha seri, daha doğru haberlerle sizi bilgilendirecek. 
ADRES: ahlat-aksav.blogspot.com.tr
DURUM
Değerli okuyucularımız,
Gazetemizin 200’üncü sayısı beklenenin çok üzerinde bir ilgi gördü, bu da bizim doğru yolda olduğumuz anlamında bizi yüreklendirdi. Okuyucularımız açık yüreklilikle bizden 100. Sayı ayarında bir gazete beklediklerini belirttiler. Bunu biz de çok arzu ediyorduk, ne var ki zaman darlığı sebebiyle bunu gerçekleştiremedik. Üzgünüz.
Değerli okuyucularımız,
Uzun bir süredir Gazetemizin İnternet Portalı saldırıya uğramış ve yayınımız kesilmişti. Bu açığı kapatmak için günlerdir uğraşıyor ve sizlere elektronik ortamda hizmet verebilmek için çaba gösteriyoruz. Bundan böyle daha zengin bir içerikle sizlerle olacak, istekleriniz, tercihleriniz doğrultusunda daha kapsamlı, daha ilginç konularda sizlere hizmet vereceğiz.
***
GAZİ’NİN KAĞNILARI
Bütün ömrüm boyunca inandım ve gördüm ki, her zaman ve her çeşit zor koşullar altında ATATÜRK’ün kağnıları onun buyruğunu zamanında yerine ulaştırırdı.
***
YENİ VALİMİZ SAYIN İSMAİL USTAOĞLU
Son bir yıldır Bayburt Valiliği görevini yürüten Sayın İsmail Ustaoğlu, 21.06.2017 tarihli  Valiler Kararnamesi ile  Bitlis Valiliği görevine atandı. Sayın Valimize hoş geldiniz diyor, Bitlis’te başarılı hizmetlere imza atmasını diliyoruz. Valilik deneyimi olan bir yönetici olarak Sayın Valimizin Bitlis’e atanmasını Bitlis adına şanslı bir durum olarak nitelendiriyoruz. Valimiz Sayın Ustaoğlu, 1968 Yılında Düzce'de doğdu. İlkokulu köyünde, orta ve lise öğrenimini Düzce İmam Hatip Lisesinde tamamladıktan sonra 1988 Yılında girdiği üniversite sınavında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümünü kazandı.
1992 Yılında aynı Fakülteden mezun oldu. 1994 Yılında Kütahya Kaymakam Adayı olarak Mülki İdare Amirliği mesleğine başladı. 1995 Yılında Kaymakam Adaylığı Stajı sırasında 8 ay süreyle İngiltere’de dil eğitimi aldı ve mesleki incelemelerde bulundu. Valimiz Sayın Ustaoğlu, 1996 Yılında 6 ay süreyle Karabük-Eskipazar İlçesinde Kaymakam Vekili olarak görev yaptı.
Daha sonra sırasıyla;  1997-2000, Rize-Hemşin Kaymakamı, 2000-2002 Van-Saray Kaymakamı, 2002-2005 Sivas-Hafik Kaymakamı, 2005-2006 Konya-Cihanbeyli Kaymakamı, 2006-2008 Bilecik-Osmaneli Kaymakamı, 2008-2009 İçişleri Bakanlığı İdari ve Mali İşler Dairesi Başkan Yardımcılığı, 2009-2013 İçişleri Bakanlığı İdari ve Mali İşler Dairesi Başkanlığı, 2013-2016 İçişleri Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı, 2016-2017 Bayburt Valiliği görevlerinde bulundu. 
Valimiz Sayın İsmail Ustaoğlu, evli ve 3 çocuk babası olup, İngilizce bilmektedir. 
Bitlis’te görev yapıp, Bitlis insanı ile kaynaşan ve Bitlis insanın gönlünde taht kuran, adını Bitlis Camiasında ölümsüzleştiren Valilerimiz olmuştur. Bunlara örnek olarak Vefa Poyraz, Abdullah Asım İğneciler,  Yılmaz Ergun, Mustafa Yıldırım, Asım Hacımustafaoğlu gibi marka olmuş isimleri gösterebiliriz. Yeni Valimiz Sayın İsmail Ustaoğlu’nun da Bitlis’in unutulmaz valileri arasında yer almasını ve başarılı olmasını yürekten diliyoruz.