EVDEN KAÇMALARIM!..-I
Lise birden ikinci sınıfa geçerken
iki dersten bütünlemeye kalmıştım.
Bütünleme sınavları okulların açılmasına kısa bir süre kalmasına yakın yapılıyordu.
Sınav tarihlerini öğrenmek için Bitlis’e gitmek gerekiyordu. Otobüse binmek
üzereyken arkadaşım Necmettin Aydoğan
ile karşılaştım. Bana nereye gittiğimi sordu, durumu anlattım. Bana rica etti, “Nolursun benim sınav günüme de bak, bir de
ben gitmeyeyim”dedi. Tabi ki bakarım diyerek ayrıldıktan sonra otobüse
binip Bitlis’e gittim. İlk işim Liseye gidip sınav günlerini gösteren listeye
bakmak oldu. Ben listeye bakarken yeni yapılmış olan lise binasının
duvarlarından çatırtı sesleri gelmeye başladı. Koca lise binası beşik gibi
sallanıyordu. Ben o telaşla listedeki sınav günlerine acele ile bakıp tarihleri
kafama not ettikten sonra kendimi telaşla dışarı attım. Binanın sallanışı
dışarıdan daha net görünüyordu. O sırada büyük yıkıma neden olan “Varto Depremi” olduğunu sonradan
öğrendik.
İlhami Nalbantoğlu |
Benim bütünlemeye kaldığım
derslerden biri Fizik diğeri de Cebir’di. Fizik sınavının içinde bulunduğumuz
ayın 18’inde olduğunu not almıştım. Cebir sınavı daha sonraki bir tarihteydi.
Ahlat’a döndüğümde arkadaşım
Necmettin Aydoğan’ı beni bekliyor buldum, sordu bana öğrendiğim tarihi ona
bildirdim, teşekkür etti ayrıldık.
Sınava bir gün kala, yani ayın
17’sinde ben ertesi gün sınava girmek üzere Bitlis’e gittim. Yolda
karşılaştığım Bitlisli arkadaşlarım bana şaşkın şaşkın bakıyorlardı, bu durum
dikkatimi çekti. Ben daha onlara sonradan onlar bana, bugünkü sınava niye
gelmediğimi sormaya başladılar. Şaşkındım, meğer Fizik sınavı o gün yapılmış. Öğretmenler
dahil benim niye sınava gelmediğimi merak ettiklerini bana anlattılar. Ben ise
sınavın ayın 18’inde yani yarın yapılacağını bildiğimi anlattım. İş isten
geçmişti, sınavı kaçırmıştım. Sınıfı geçmek için Cebir sınavını mutlaka geçmem
gerekiyordu. Geçemezsem sınıfta kayacaktım.
Ben kendi sınav tarihimi yanlış
aldığım gibi, arkadaşım Necmettin Aydoğan’ın sınav tarihini de yanlış, yani bir
gün sonraya almışım meğer. Ben kendi yağımla kavrulurken bu durum aklımın
köşesinden bile geçmedi. Aynen benim gibi o da sınava bir gün sonra gelerek sınavını
kaçırmıştı.
Bu olaya kendi sınavımı kaçırmaktan
daha çok üzüldüm. Ancak bunu anlatacak durumda değildim, anlatsam da anlayışla
karşılanacağını sanmıyordum. Arkadaşım ve ailesi bunu benim kasıtlı yaptığımı
yüzüme haykırdılar.
Oysa ben, ne o tarihlerde, ne de
sonraki dönemlerde böyle bir davranışı, böyle bir ihaneti asla ve kat’a aklımın
köşesinden bile geçirebilecek bir kafa yapısında değildim. Çok ağır bir itham
karşısında kalmıştım, dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyordum ancak arkadaşımın
ağabeyi beni hunharca hırpalıyor, aşağılıyor ve suçluyordu.
Bitlis'ten Bir Görünüm |
Bu ithamlar karşısında inanılmaz
moral çöküntüsü içine düşmekten kendimi kurtaramıyordum. Dolayısıyla bir
sonraki Cebir dersi sınavım için de gerekli motivasyonu sağlayamıyordum. Çünkü
bu gelişmeleri babama izah edebilecek durumda değildim. Babamın şiddetine maruz
kalmamak için daha sınava girmeden
olabilecek gelişmelere karşın kaçış planları yapıyordum.
Annemin ahşaptan yapılmış bir kumbarası vardı, bunu
babam yapmıştı. Büyükçe bir kutuydu. Üstten para atma yeri vardı, kapağı ise
anahtarla açılıyordu. Anahtarı annem saklamıştı. İçinde gümüş 50 kuruşluk ve
bir liralıklar vardı. O dönemde bir liranın
alım gücü yüksekti. Büyük uğraşlar sonucu kumbaranın içinden birkaç tane
gümüş lira çıkarabiliyordum. Birkaç gün annemden ya da babamdan para istemeden
idare edebiliyordum.
Evden kaçma fikri iyice kafama
yatınca, annemin kumbarasının menteşesinin pimini sökmeyi başarmıştım. Elli tane gümüş bir liralık o gün için iyi
sayılacak bir miktardı. Beni rahatlıkla Türkiye’nin her yerine götürebiliyordu.
Cebir dersi sınavına giderken parayı
yanıma aldım, duruma göre hareket edecektim. Sınavda başarılı olursam sınıfımı
geçeceğim için Ahlat’a dönecektim. Başarısız olursam Ahlat’a dönmeyi göze
alamayacağımı düşünüyordum.
Sınav çok kötü geçmişti, yeni bir
macera artık kaçınılmazdı. Okuldan çıkıp
Gökmeydan Yokuşundan
aşağıya doğru inmeye başladım. Dalgın ve düşünceli bir şekilde çarşının içinden
geçip Şerefhan Camisinin önüne kadar gelmiştim. Tam orada duran bir otobüsün
muavinin “Hadi Diyarbakır, Diyarbakır, hemen kalkıyor.” bağırdığını duydum.
Otobüsün arka kapısı açıktı, muavin gelen yolcuları buradan alıyordu. Benden
başka yolcu çıkmadı ve biraz sonra otobüs hareket etti.
Diyarbakır’a nasıl geldiğimi, ne
yaptığımı hatırlamıyorum, hatırladığım tren istasyonunda bilet gişesinden bir “Manisa” tren bileti aldığımdır. Posta
treniydi, kömürle çalışıyordu, kalkmak üzereyken birkaç asker koşarak trene
bindiler. Birkaçı benim olduğum kompartmana geldiler, bazıları da bitişik
kompartmana yerleştiler. Tren hareket etti, yolculuğumuz tam tamına üç gün
sürdü. Manise istasyonunda indiğimde başım dönüyordu, kendimi hala trende
gidiyor sanıyordum. Yürüyemedim bir duvarın üzerine oturdum, uykusuzluktan
gözlerim kapanıyordu, hemen bütçeme uygun ucuz bir otel bulup bir oda
kiraladım. Odadaki aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Kömürlü trenin
dumanından simsiyah olmuştum, sadece yüzüm değil elbiselerimde kömür tozundan
simsiyah olmuştu.
Gömleğimi çıkarıp odadaki lavaboda
soğuk su ve sabunla yıkayıp bir yere astım ve kendimi yatağa attım. Bir gün mü
yoksa iki gün mü uyudum bilmiyorum. Kalktığımda başım hala dönüyordu ve
açlıktan ayakta duracak halim yoktu. Gömleğimi giyeyim dedim, gömleğim kömür
tozlarının soğuk suyla buluşmasıyla desenli bir hal almıştı. Yapacak bir çarem
yoktu, onu öylece giydim ve kendimi sokağa attım. Önce karnımı doyurdum ardından cebimdeki
adrese ulaşmak uçun yollara düştüm.
Adresin olduğu yerde aradığım kimse
yoktu, ama tanıyanlar nereye taşındığını tarif ettiler. Sora sora gidip adrese
ulaştım. Kaldırımdan bodruma açılan bir pencereden 3-4 basamaklı aşağı
iniliyordu. Palas-pandıras düşer gibi içeriye girdim, yaşlı bir adam bir
tezgahın önünde eğilmiş bir şeyler yapıyordu. Şaşkınca bana bakıp buyur çocuğum
dedi.
Manisa'dan Bir Görünüm |
-Hasan Çamak’ı arıyorum. dedim.
-Benim, dişin mi ağrıyor? dedi.
-Hayır, o benim amcamdır.
-Sen kimin oğlusun? dedi.
-Abdullah Nalbant Usta’nın.
-Abdullah mı seni gönderdi?
-Hayır ben kendim geldim. Üstüme,
başıma, kıyafetime baktı, hafifçe gülümsedi. Evden mi kaçtın? dedi. Evet demek
mecburiyetinde kalmıştım.
O gün pazarmış meğer, eşi ve
çocukları, Ağrılı dostu ve arkadaşı Kazım Bey’lere gitmişlermiş. Az bir işim
kaldı, bitirince gidelim dedi. Beni çok iyi karşıladı, babamı, ailemi sordu.
Kömür tozlarıyla desenlenmiş
gömleğimden utanıyordum, hele başka bir eve gitmek söz konusu olunca iyice
tedirgin oldum. Hasan Amcam durumu anladı, hemen bana yakınlarda bir dükkandan
bir gömlek satın alıp üstüme giydirdi. Eve doğru yola çıktık.
Eve girdiğimizde, yüksek sesle ”bir konumuz var” dedi, herkes yemek
masasındaydı, masaya önce bir sandalye ve bir tabak getirildi, beni aralarına aldılar. Giyimim kuşamım,
konuşmam, yemek yemem dahil her şeyimle
onlardan çok farklıydım. Bana yabancılık çektirmemek için çaba gösterdiklerini
görünce biraz rahatlamıştım.
Amcamın oğlu
Süleyman ve kazım Amcanın oğlu ikisi de benden küçüktü.Yemekten sonra bahçeye
çıkıp oynayalım dediler, ikisinin de bisikleti vardı, binip rüzgar gibi
uçtular. Yapayalnız kalmıştım ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Vakit geçince Hasan
Amcaların evine dönmek için yola çıktık. İlk iş beni banyoya sokmak oldu,
Süleyman’ın çamaşırlarından bana bir şeyler uydurdular. Birkaç gün sonra da
yenilerini aldılar. Hasan Amcam belli etmiyordu ama ne yapacağı konusunda bir
türlü karar veremediğini her halinden belli ediyordu.
Süleyman ile iyi
arkadaş olmuştuk, iyi bir çevresi ve arkadaş grubu vardı. Her fırsatta beni
tanıştırıyordu. Motosikleti vardı, beni terkisine alıp gezdiriyordu. O sıralar
İzmir Enternasyonal Fuarı vardı. Hasan Amcam bize para verip İzmir’e Fuara
gönderdi. Benim için inanılmaz bir fırsattı. En son teknolojiyi görme fırsatı
bulmuştum.
İzmir Enternasyonal Fuarı Giriş Kapısı |
Ahlat’ı, evimi,
ailemi unutmuştum, hayal dünyasında yaşıyordum, her şey böyle devam edecekmiş
gibi, dünyadan haberdar değildim.
Manisa o
zamanlar çok güzeldi, her gün bir yeri gezmeye gidiyorduk. Manisa Tarzanı ve
Niobe Ağlayan Kaya çok ilgimi çekiyordu.
Bir gün Süleyman
ile maça gitmiştik, döndüğümüzde, evin kapısının açıldığını gördüm. Amcam
çıkmış bize bakıyordu, anladım bir durum olmalı. Bizi içeri buyur etti,
alışılmadık bir davranıştı. Salona adımımı attığımda babam koltukta oturuyordu.
Hemen elini öptüm süt dökmüş kedi gibi bir kenara sıkıştım. Evden kaçtığımı
öğrenen babam, bir dedektif gibi benim izimi takip etmiş, önce İstanbul,
ardından Bursa ve son olarak Manisa’ya gelerek beni bulmuştu.
Ne olacak acaba diye ödüm kopuyordu.
Heyecandan elim ayağım birbirine dolaşıyordu. Hiçbir şey olmadı, beni anlayışla
karşıladılar.
Bu kaçış yıllar
süren bir ayrılığın sona ermesine neden olmuştu. Küçük yaşlardan itibaren
birbirlerini görmeyen babam ve onun teyzesinin oğlu Hasan Amcam yıllar sonra bir araya
gelmişlerdi.
Babamla birkaç gün Manisa’da birlikte gezdikten
sonra ayrılık vakti gelmişti artık. Hasan Amcam ve Ailesi bizi Manisa Garından
el sallayarak Ahlat’a doğru uğurluyorlardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder