17 Ekim 2017 Salı

EVDEN KAÇMALARIM!..-I AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI, İlhami NALBANTOĞLU

EVDEN KAÇMALARIM!..-I
Lise birden ikinci sınıfa geçerken iki dersten bütünlemeye kalmıştım.
İlhami Nalbantoğlu
Bütünleme sınavları okulların açılmasına
  kısa bir süre kalmasına yakın yapılıyordu. Sınav tarihlerini öğrenmek için Bitlis’e gitmek gerekiyordu. Otobüse binmek üzereyken arkadaşım Necmettin  Aydoğan ile karşılaştım. Bana nereye gittiğimi sordu, durumu anlattım. Bana rica etti, “Nolursun benim sınav günüme de bak, bir de ben gitmeyeyim”dedi. Tabi ki bakarım diyerek ayrıldıktan sonra otobüse binip Bitlis’e gittim. İlk işim Liseye gidip sınav günlerini gösteren listeye bakmak oldu. Ben listeye bakarken yeni yapılmış olan lise binasının duvarlarından çatırtı sesleri gelmeye başladı. Koca lise binası beşik gibi sallanıyordu. Ben o telaşla listedeki sınav günlerine acele ile bakıp tarihleri kafama not ettikten sonra kendimi telaşla dışarı attım. Binanın sallanışı dışarıdan daha net görünüyordu. O sırada büyük yıkıma neden olan “Varto Depremi” olduğunu sonradan öğrendik.
            Benim bütünlemeye kaldığım derslerden biri Fizik diğeri de Cebir’di. Fizik sınavının içinde bulunduğumuz ayın 18’inde olduğunu not almıştım. Cebir sınavı daha sonraki bir tarihteydi.
            Ahlat’a döndüğümde arkadaşım Necmettin Aydoğan’ı beni bekliyor buldum, sordu bana öğrendiğim tarihi ona bildirdim, teşekkür etti ayrıldık.
            Sınava bir gün kala, yani ayın 17’sinde ben ertesi gün sınava girmek üzere Bitlis’e gittim. Yolda karşılaştığım Bitlisli arkadaşlarım bana şaşkın şaşkın bakıyorlardı, bu durum dikkatimi çekti. Ben daha onlara sonradan onlar bana, bugünkü sınava niye gelmediğimi sormaya başladılar. Şaşkındım, meğer  Fizik sınavı o gün yapılmış. Öğretmenler dahil benim niye sınava gelmediğimi merak ettiklerini bana anlattılar. Ben ise sınavın ayın 18’inde yani yarın yapılacağını bildiğimi anlattım. İş isten geçmişti, sınavı kaçırmıştım. Sınıfı geçmek için Cebir sınavını mutlaka geçmem gerekiyordu. Geçemezsem sınıfta kayacaktım.
            Ben kendi sınav tarihimi yanlış aldığım gibi, arkadaşım Necmettin Aydoğan’ın sınav tarihini de yanlış, yani bir gün sonraya almışım meğer. Ben kendi yağımla kavrulurken bu durum aklımın köşesinden bile geçmedi. Aynen benim gibi o da sınava bir gün sonra gelerek sınavını kaçırmıştı.
            Bu olaya kendi sınavımı kaçırmaktan daha çok üzüldüm. Ancak bunu anlatacak durumda değildim, anlatsam da anlayışla karşılanacağını sanmıyordum. Arkadaşım ve ailesi bunu benim kasıtlı yaptığımı yüzüme haykırdılar.
            Oysa ben, ne o tarihlerde, ne de sonraki dönemlerde böyle bir davranışı, böyle bir ihaneti asla ve kat’a aklımın köşesinden bile geçirebilecek bir kafa yapısında değildim. Çok ağır bir itham karşısında kalmıştım, dilimin döndüğünce anlatmaya çalışıyordum ancak arkadaşımın ağabeyi beni hunharca hırpalıyor, aşağılıyor ve suçluyordu.
Bitlis'ten Bir Görünüm
            Bu ithamlar karşısında inanılmaz moral çöküntüsü içine düşmekten kendimi kurtaramıyordum. Dolayısıyla bir sonraki Cebir dersi sınavım için de gerekli motivasyonu sağlayamıyordum. Çünkü bu gelişmeleri babama izah edebilecek durumda değildim. Babamın şiddetine maruz kalmamak  için daha sınava girmeden olabilecek gelişmelere karşın kaçış planları yapıyordum.
            Annemin  ahşaptan yapılmış bir kumbarası vardı, bunu babam yapmıştı. Büyükçe bir kutuydu. Üstten para atma yeri vardı, kapağı ise anahtarla açılıyordu. Anahtarı annem saklamıştı. İçinde gümüş 50 kuruşluk ve bir liralıklar vardı. O dönemde bir liranın  alım gücü yüksekti. Büyük uğraşlar sonucu kumbaranın içinden birkaç tane gümüş lira çıkarabiliyordum. Birkaç gün annemden ya da babamdan para istemeden idare edebiliyordum.
            Evden kaçma fikri iyice kafama yatınca, annemin kumbarasının menteşesinin pimini sökmeyi başarmıştım.  Elli tane gümüş bir liralık o gün için iyi sayılacak bir miktardı. Beni rahatlıkla Türkiye’nin her yerine götürebiliyordu.
            Cebir dersi sınavına giderken parayı yanıma aldım, duruma göre hareket edecektim. Sınavda başarılı olursam sınıfımı geçeceğim için Ahlat’a dönecektim. Başarısız olursam Ahlat’a dönmeyi göze alamayacağımı düşünüyordum.
            Sınav çok kötü geçmişti, yeni bir macera artık kaçınılmazdı.  Okuldan çıkıp Gökmeydan Yokuşundan aşağıya doğru inmeye başladım. Dalgın ve düşünceli bir şekilde çarşının içinden geçip Şerefhan Camisinin önüne kadar gelmiştim. Tam orada duran bir otobüsün muavinin “Hadi Diyarbakır, Diyarbakır, hemen kalkıyor.” bağırdığını duydum. Otobüsün arka kapısı açıktı, muavin gelen yolcuları buradan alıyordu. Benden başka yolcu çıkmadı ve biraz sonra otobüs hareket etti.
            Diyarbakır’a nasıl geldiğimi, ne yaptığımı hatırlamıyorum, hatırladığım tren istasyonunda bilet gişesinden bir “Manisa” tren bileti aldığımdır. Posta treniydi, kömürle çalışıyordu, kalkmak üzereyken birkaç asker koşarak trene bindiler. Birkaçı benim olduğum kompartmana geldiler, bazıları da bitişik kompartmana yerleştiler. Tren hareket etti, yolculuğumuz tam tamına üç gün sürdü. Manise istasyonunda indiğimde başım dönüyordu, kendimi hala trende gidiyor sanıyordum. Yürüyemedim bir duvarın üzerine oturdum, uykusuzluktan gözlerim kapanıyordu, hemen bütçeme uygun ucuz bir otel bulup bir oda kiraladım. Odadaki aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Kömürlü trenin dumanından simsiyah olmuştum, sadece yüzüm değil elbiselerimde kömür tozundan simsiyah olmuştu.
            Gömleğimi çıkarıp odadaki lavaboda soğuk su ve sabunla yıkayıp bir yere astım ve kendimi yatağa attım. Bir gün mü yoksa iki gün mü uyudum bilmiyorum. Kalktığımda başım hala dönüyordu ve açlıktan ayakta duracak halim yoktu. Gömleğimi giyeyim dedim, gömleğim kömür tozlarının soğuk suyla buluşmasıyla desenli bir hal almıştı. Yapacak bir çarem yoktu, onu öylece giydim ve kendimi sokağa attım.  Önce karnımı doyurdum ardından cebimdeki adrese ulaşmak uçun yollara düştüm.
            Adresin olduğu yerde aradığım kimse yoktu, ama tanıyanlar nereye taşındığını tarif ettiler. Sora sora gidip adrese ulaştım. Kaldırımdan bodruma açılan bir pencereden 3-4 basamaklı aşağı iniliyordu. Palas-pandıras düşer gibi içeriye girdim, yaşlı bir adam bir tezgahın önünde eğilmiş bir şeyler yapıyordu. Şaşkınca bana bakıp buyur çocuğum dedi.
Manisa'dan Bir Görünüm
            -Hasan Çamak’ı arıyorum. dedim.
            -Benim, dişin mi ağrıyor? dedi.
            -Hayır, o benim amcamdır.
            -Sen kimin oğlusun? dedi.
            -Abdullah Nalbant Usta’nın.
            -Abdullah mı seni gönderdi?
            -Hayır ben kendim geldim. Üstüme, başıma, kıyafetime baktı, hafifçe gülümsedi. Evden mi kaçtın? dedi. Evet demek mecburiyetinde kalmıştım.
            O gün pazarmış meğer, eşi ve çocukları, Ağrılı dostu ve arkadaşı Kazım Bey’lere gitmişlermiş. Az bir işim kaldı, bitirince gidelim dedi. Beni çok iyi karşıladı, babamı, ailemi sordu.
            Kömür tozlarıyla desenlenmiş gömleğimden utanıyordum, hele başka bir eve gitmek söz konusu olunca iyice tedirgin oldum. Hasan Amcam durumu anladı, hemen bana yakınlarda bir dükkandan bir gömlek satın alıp üstüme giydirdi. Eve doğru yola çıktık.
            Eve girdiğimizde, yüksek sesle ”bir konumuz var” dedi, herkes yemek masasındaydı, masaya önce bir sandalye ve bir tabak getirildi,  beni aralarına aldılar. Giyimim kuşamım, konuşmam, yemek yemem dahil  her şeyimle onlardan çok farklıydım. Bana yabancılık çektirmemek için çaba gösterdiklerini görünce biraz rahatlamıştım.
Amcamın oğlu Süleyman ve kazım Amcanın oğlu ikisi de benden küçüktü.Yemekten sonra bahçeye çıkıp oynayalım dediler, ikisinin de bisikleti vardı, binip rüzgar gibi uçtular. Yapayalnız kalmıştım ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Vakit geçince Hasan Amcaların evine dönmek için yola çıktık. İlk iş beni banyoya sokmak oldu, Süleyman’ın çamaşırlarından bana bir şeyler uydurdular. Birkaç gün sonra da yenilerini aldılar. Hasan Amcam belli etmiyordu ama ne yapacağı konusunda bir türlü karar veremediğini her halinden belli ediyordu.
Süleyman ile iyi arkadaş olmuştuk, iyi bir çevresi ve arkadaş grubu vardı. Her fırsatta beni tanıştırıyordu. Motosikleti vardı, beni terkisine alıp gezdiriyordu. O sıralar İzmir Enternasyonal Fuarı vardı. Hasan Amcam bize para verip İzmir’e Fuara gönderdi. Benim için inanılmaz bir fırsattı. En son teknolojiyi görme fırsatı bulmuştum.
İzmir Enternasyonal Fuarı Giriş Kapısı
Ahlat’ı, evimi, ailemi unutmuştum, hayal dünyasında yaşıyordum, her şey böyle devam edecekmiş gibi, dünyadan haberdar değildim.
Manisa o zamanlar çok güzeldi, her gün bir yeri gezmeye gidiyorduk. Manisa Tarzanı ve Niobe Ağlayan Kaya çok ilgimi çekiyordu.
Bir gün Süleyman ile maça gitmiştik, döndüğümüzde, evin kapısının açıldığını gördüm. Amcam çıkmış bize bakıyordu, anladım bir durum olmalı. Bizi içeri buyur etti, alışılmadık bir davranıştı. Salona adımımı attığımda babam koltukta oturuyordu. Hemen elini öptüm süt dökmüş kedi gibi bir kenara sıkıştım. Evden kaçtığımı öğrenen babam, bir dedektif gibi benim izimi takip etmiş, önce İstanbul, ardından Bursa ve son olarak Manisa’ya gelerek beni bulmuştu.
 Ne olacak acaba diye ödüm kopuyordu. Heyecandan elim ayağım birbirine dolaşıyordu. Hiçbir şey olmadı, beni anlayışla karşıladılar.
Bu kaçış yıllar süren bir ayrılığın sona ermesine neden olmuştu. Küçük yaşlardan itibaren birbirlerini görmeyen babam ve onun teyzesinin oğlu  Hasan Amcam yıllar sonra bir araya gelmişlerdi.
 Babamla birkaç gün Manisa’da birlikte gezdikten sonra ayrılık vakti gelmişti artık. Hasan Amcam ve Ailesi bizi Manisa Garından el sallayarak Ahlat’a doğru uğurluyorlardı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder